Ahzâb-43’de belirtilen salâvât nurundan istifade edebilmemiz de mürşidin fonksiyonunu izah eder misiniz?

Anasayfa » Ana Sayfa » Salavat Nuru » Ahzâb-43’de belirtilen salâvât nurundan istifade edebilmemiz de mürşidin fonksiyonunu izah eder misiniz?
share on facebook  tweet  share on google  print  

Ahzâb-43’de belirtilen salâvât nurundan istifade edebilmemiz de mürşidin fonksiyonunu izah eder misiniz?

Diyor ki Allahû Tealâ Ahzâp-43’de:

33/AHZÂB-43: Huvellezî yusallî aleykum ve melâiketuhu li yuhricekum minez zulumâti ilân nûr, ve kâne bil mu’minîne rahîmâ(rahîmen).
Sizi (nefsinizin kalbini), karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize salâvât (vasıtasıyla nur) gönderen, O ve O’nun melekleridir ki O, mü’minlere Rahîm(dir). (Rahîm esmasıyla tecelli eden).


“Sizi yani sizin nefsinizin kalbini karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize melekleriyle salâvât isimli nuru gönderen O’dur. O, Allah’tır. O mü’minlere rahîmdir. Rahmet nurunu gönderendir.” diyor Allahû Tealâ.

Burada Allahû Tealâ’nın Rahîm esmasıyla tecellisi söz konusu. Ve bakın bir defa daha aynı şeyi söylüyor. “Mü’minlere rahimdir; bil mu’minîne rahîmâ.”

Eğer kişi Allah’a ulaşmayı dilemeseydi mü’min olamayacaktı. Mü’min olamayınca Allahû Tealâ ona kişi mürşidine tâbî olmayacağı için Rahîm esması ile tecelli etmeyecekti.  Ahzâb Suresinin 43. âyet-i kerimesi Allahû Tealâ’nın mü’minlere rahîm olduğunu gösteriyor. Mü’minlere rahîm esmasıyla tecelli ettiğini gösteriyor. Allah’ın nur gönderme müessesesi, mutlaka rahîm esmasının tecellisine göre oluşur. Burada da O’dur ve Onun melekleridir ki sizin üzerinizde salâvât isimli nuru gönderir.

Bu nura beraberce bakalım nerede görüyoruz? Allahû Tealâ Bakara Suresinin 156. âyetinde diyor ki:

2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.


“Onlar kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman derler ki: muhakkak ki biz Allah için yaratıldık mutlaka Allah’a ulaşacağız.”

2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).
İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.


“İşte Allah’ın rahmeti ve salâvâtı onların üzerinedir.” diyor Allahû Tealâ. “Ve hidayete erecek olanlarda onlardır.” diyor.

Öyleyse normal standartlarda Allahû Tealâ’nın bize gönderdiği nur; rahmet ve fazldır.

Nur Suresinin 21. âyet-i kerimesi:

24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).


“Eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı üzerinize olmazsa olmasaydı içinizden hiçbiriniz nefsinizi ebediyyen tezkiye edemezdiniz.”

Hiç kimse nefsini kendisi tezkiye edemez. Allah onun nefsini tezkiye eder. Burada Allah’ın rahmeti ve fazlı geçiyor. Genel olarak fazıllardır nefsimizin kalbinde yerleşen. Ama Bakara Suresinin 157. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ söylediği: “Allah’ın rahmeti ve salâvâtı onların üzerindedir.” şeklindeki ifade bir nurun daha salâvât ve rahmetin ulaştığını söylüyor. Ne zaman? Ne zaman irşad makamına ulaşıp da tâbî olursak tâbiiyetimizden itibaren Allahû Tealâ’nın yeni bir nuru daha geliyor; salâvât ve fazl. Eğer buradaki muhteva tâbiiyet olmasaydı, o zaman yalnız salâvât ve rahmet gelmeye devam edecekti. Ve rahmet nurları nefsimizin kalbinde %2’den öteye geçemeyecekti.

Öyleyse tâbiiyetle beraber ne oluyor? Tâbiiyetle beraber Allahû Tealâ kalbimizin içine îmân kelimesini yazıyor. Bu îmân kelimesi fazılları kendisine çeken bir özellik taşır. Ve aynı zamanda devrin imamının ruhu başımızın üzerine geliyor. Ve yerleşiyor. O ana kadar nefsimizin kalbine sadece salâvâtla rahmet gelirken, bu noktadan itibaren salâvât ve rahmetin ötesinde salâvâtla fazl da gelmeye başlıyor, Allahû Tealâ’nın nurları 2’şer 2’şer indirmesine paralel olarak. Allahû Tealâ diyor ki: “O mü’minlere rahîmdir. İrşad makamına ulaştıktan sonraki ilişkiye Allah’ın sadece salâvât ve rahmeti değil. “Biz muhakkak ki Allah’a döneceğiz.” ifadesi, bir sağlam müessesedir. Mürşide ulaşmayı ve tâbiiyeti ifade eder. Allahû Tealâ orada, o noktadan sonra Allah’a mutlaka dönmeye kararlı olan kişinin tâbiiyetinin akabinde bunu oluşturuyor; salâvâtla rahmete salâvâtla fazlı ilave ediyor. Mutlaka mürşide tâbiiyet söz konusu.

Zulmetten nura ulaşan nefsimizin kalbidir. Öyleyse salâvât nuru rahmetle fazlı nefsimizin kalbine getiriyor. Ve fazlın îmân kelimesinin etrafında toplanmasına yardım ediyor. Ve karanlıkların bu konuda îmân kelimesinin çekim gücünü engellemesine fazl nurları mânî oluyor.  

Benzer konular