Resûl, nebî kavramı ve vahiy konusunda bizi aydınlatır mısınız?

Anasayfa » Ana Sayfa » Resûl ve Nebî » Resûl, nebî kavramı ve vahiy konusunda bizi aydınlatır mısınız?
share on facebook  tweet  share on google  print  

Resûl, nebî kavramı ve vahiy konusunda bizi aydınlatır mısınız?

Es selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu! Muhterem Efendimiz! Hasretle ve hürmetle ellerinizden öpüyor ve sizi çok ama çok seviyoruz. (Biz de sizleri çok ama çok seviyoruz. Es selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu!)

“Mevlâna şehrimiz Konya’mıza hoş geldiniz! Bizlere şeref verdiniz.” (Hamd ederiz, şükrederiz. Birçok defa Konya’yı, Mevlâna Hz.’nin o muhteşem beldesini ziyaret ettik. O şeref bize ait sevgili kardeşlerim.)

“Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrediyoruz ki; bizleri bir defa daha o eşsiz, doyumsuz Kur’ân ve tasavvuf sohbetinizle bizleri Konya’da bir araya getirdiği için.”

İşte sevgili misafirlerimiz! Demin anlattığımız 7 safha 4 teslim tasavvufun ta kendisidir. Tasavvuf, Kur’ân’dır. Kur’ân, tasavvuftur. Tasavvuf ruhu, tasavvuf vechi, tasavvuf nefsi ve tasavvuf iradeyi Allah’a teslim etmeyi farz kılar. Mevlâna bunların hepsini gerçekleştiren, Allah’ın o devirdeki en üst dereceli evliyasıydı ve mürşidiydi.

“Muhterem Efendimiz! Müsaadenizle Konya’da yaptığımız çalışmalarda ve sohbetlerde insanların kafasına takılan sorular genelde resûl ve nebî kavramı ile vahiy konusu. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?”

Nebî resûllerle velî resûller arasındaki farkları evvelâ söyleyelim.

Akaitte bir ifade var: “Bütün resûller nebîdir ama bütün nebîler resûl değildir.” Kur’ân-ı Kerim de bunun tam tersini söylüyor. Ne diyor? “Bütün nebîler mutlaka resûldür ama bütün resûller nebî değildir.” Türkçemizde “peygamber” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’deki nebî kelimesinin tam karşılığıdır. Peygamberler Kur’ân-ı Kerim’de nebi adıyla anılırlar ve biliyorsunuz ki Peygamber Efendimiz (S.A.V) nebîlerin sonuncusudur. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.


“Muhammed, aranızdan hiçbir erkek çocuğunun babası değildir. O, Allah’ın resûlüdür ama hâtemün nebiyyindir (nebîlerin hitamıdır, mührüdür, sonudur).”

Nübüvvet müessesesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte yok olmuş sevgili kardeşlerim, sona ermiş. Öyleyse akaidin pek çok yanlışı Kur’ân-ı Kerim’e ters düşen inanç biçimleri olarak zamanımız dîn öğretisinin bel kemiğini teşkil etmiş ve büyük yanlışlar yapılmış. İşte deniyor ki akaitte: “Bütün resûller nebîdir ama bütün nebîler resûl değildir.” Yanlış! Tam aksine; bütün nebîler aynı zamanda mutlaka resûldür ama bütün resûller nebî (peygamber) değildir.” Gördük ki biten peygamberlik müessesesidir, nübüvvettir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le hâtemün nebiyyin olan, nebîlerin hitamı olan, sonu olan, mührü olan, sonuncusu olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte olay vurgulanmıştır.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Böyle bir dizaynda Kur’ân hakikatlerini serdetmek mecburiyetindeyiz ve zamanımız dîn ilmine bir şeyler kazandırmak mecburiyetindeyiz. Unutulan bir şeyler sevgili kardeşlerim, unutulan bir şeyler! İşte herşey berbat olmuş. İblis devreye girmiş ve Kur’ân hakikatlerini alt üst etmiş.

Öyleyse “resûl” ve “nebî” kavramlarına biraz daha girelim. Allahû Tealâ Âli İmrân-81’de diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.


“Ey nebîler! Size kitap verdik ve hikmet verdik.”

Ne diyor Allahû Tealâ? “Ey nebîler (peygamberler)! Size kitap verdik ve hikmet verdik.” diyor. Öyleyse Allahû Tealâ hem mukaddes kitapları hem de hikmeti nebîlerine veriyor. İfade son derece açıktır. “Ey nebîler! Size kitap verdik.” diyor Allahû Tealâ.

Şimdi akait karşınıza çıkar da size: “Nebîler, kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir.” derse sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ da size bu âyetle bu hakikati öğretmişse buna itiraz etmeyecek misiniz? Etmemek mümkün olabilir mi? İşte Allahû Tealâ’nın bize verdiği emir bu. Bütün söylediklerimiz de bugünün akait ilmine ters düşüyor. Bizim söylediklerimiz Kur’ân’ın söyledikleri. Biz sadece Kur’ân’ın dile getirilmesinde vazifeliyiz. Bize ait hiçbir şey yok. İşte Allahû Tealâ açık ve kesin olarak diyor ki: “Ey nebiler! Size kitap verdik ve hikmet verdik.”

Allahû Tealâ diyor ki Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz nebîlerimize, onunla hükmetsinler diye şeriat kitabı veririz.” diyor.

4/NİSÂ-105: İnnâ enzelnâ ileykel kitâbe bil hakkı li tahkume beynen nâsi bimâ erâkallâh(erâkallâhu). Ve lâ tekun lil hâinîne hasîmâ(hasîmen).
Muhakkak ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için Biz, sana Kitab'ı hak olarak indirdik. Ve ihanet edenlere taraftar olma.


Nebîlere kitap verilir ve şeriat kitabı verilir. Yani bütün nebîler aynı zamanda da resûl oldukları için nübüvvetin, en üstün kademenin bir tamamlayıcısıdır risalet. Nübüvvet, peygamberlere Allahû Tealâ’nın verdiği kâinatın en üst görevidir.

Şimdi kim bilir kaç bininci defa olmak üzere bir defa daha söylüyoruz: Biz nebî değiliz! Biz peygamber değiliz! Sadece bu devirde risalet görevi bize verilmiştir. Huzur namazının imamlığını nebîler (peygamberler) yapar. Asaleten bu görevin sahipleridir. Allah’ın huzurunda oradaki her günde, günde 7 defa huzur namazı kılınır. Bu namazın imamı, huzur namazının imamıdır. Asalet nübüvvetedir. Son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, nübüvvetin mührü olan (sonu olan) huzur namazının son nebî, son peygamber imamıydı. Bugün imamet görevi bize verilmiştir. Biz bir nebî değiliz. O görevi vekâleten üstlenmiş durumdayız, Allahû Tealâ’nın emriyle. Kaç bininci defa oldu bilmiyoruz ama diyoruz ki: Biz peygamber değiliz, nebî değiliz. Allah’ın sadece bir velî resûlüyüz. Huzur namazının imamlığını kim vekâlet etmişse, o mutlaka aynı zamanda resûldür, velîdir ama aynı zamanda resûldür. Daha alt kademe bir görev, huzur namazının imamlığına yetmez.

Sevgili kardeşlerim! Şimdi bakıyoruz; nebîlerle resûller arasında büyük farklılıklar var. Akaidin bu konudaki bir diğer hatası da “Resûller kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Nebîlerse kendilerine kitap verilmeyen ama resûllere verilen kitaplarla görev yapanlardır.” deniliyor. Olur mu sevgili kardeşlerim, sevgili misafirlerimiz? Yani Allah’ın Kur’ân’da söylediği her şeyin tersini bizim akait üstlenmiş ve bir iddialar dizisi Kur’ân’a tamamen ter düşen yüzlerce konu çıkıyor karşımıza. Allahû Tealâ diyor: “Biz, nebîlerimize onunla hükmetsinler diye kitap veririz.” diyor. “Ey nebîler! Size kitap verdik ve hikmet verdik.” diyor ve Akait diyor ki: “Nebîler kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir.” Bütün bu yanlışlıkları doğruya döndürmek, o bizim üzerimize haktır. Allahû Tealâ bize bunları öğreterek bütün bu yanlışları düzeltme emri verdi. Öyleyse bir ömür boyu bu olay, bizim üzerimize hak vazifedir.

Şimdi ne görüyoruz? Nebîler ve resûller, ya da nebî resûller ve velî resûller 2 şekilde de söylenebilir, ikisi de doğrudur. Yalnız başına “resûl” dediğimiz zaman nebî olmayan resûlleri, “nebîler” dediğimiz zaman da nebî olan resûlleri ele alıyoruz. Yalnız başına “resûl” dediğimiz zaman velî resûlleri, “peygamber” dediğimiz zaman da nebî resûlleri Allahû Tealâ ifade ediyor. Aralarında da büyük farklılıklar var.

Evvelâ Allahû Tealâ peygamber olmayan resûlleri bütün kavimlere ard arda gönderdiğini söylüyor. Şu anda dünya üzerinde ne kadar kavim varsa, her kavimde o kavmin lisanıyla onlara hitap eden bir resûl şu anda görev yapıyor. Bu noktada bu kavim içinde bizim görev yapmamız söz konusu. Lütfen bunu bir iddia olarak değerlendirmeyin. Biz, Allahû Tealâ’nın bize söylettiğini söyleyen bir vasıtayız. Tahkik etmek hepinizin elindedir. Hacet namazını kılarsınız, Allah’a sorarsınız (bir boy abdesti, bir hacet namazı). Gece uykuya varmadan evvel kimliğimizi sorarsanız oradan açık cevabı alacaksınız. O zaman insanların, kötü niyetli olan insanların bizleri ne kadar süredir hakikatlerin sizlere duyurulmasından mahrum ettiğini o zaman anlayacaksınız. Şeytan bizim Allahû Tealâ tarafından verilen kimliğimizin sizlerce kabul görmesini bugüne kadar önlemeyi başardı. Ama artık süresi doldu. Hakikatlerin ortaya çıktığı günlerdeyiz. Hidayet çağının gelişme devresindeyiz ve hepinizi çok ama çok seviyoruz.

Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ Mu’minûn-44’te diyor ki:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


“Biz resûllerimizi bütün kaimlere göndeririz(1) ve (2, çok önemli) ve ardarda (ardı arkası kesilmeksizin) göndeririz. Bütün kavimlere resûl göndeririz ve ardarda göndeririz. Hiçbir kavmi hiçbir devrede resûlsüz bırakmayız.” demiş oluyor Allahû Tealâ ve şöyle bitiriyor: “Ama hangi kavme resûl gönderdiysek, bütün kavimler resûllerini yalanladılar.”

Bugüne kadarki bizim ülkemizdeki olaylar da bunun işaretidir. Oysaki netice itibariyle 4 rekâtlık bir namaz (bir hacet namazı), bir boy abdesti, bir namaz ve hakikatin Allahû Tealâ tarafından söylenmesiyle kişinin şek ve şüphesi kalmamak üzere meseleyi çözmesi!

Sevgili misafirlerimiz! Gördük ki Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesi, bütün kavimlere ard arda resûller gönderiyor. Biz sadece bu devirdeki bu kavme gönderilen resûlüz ama huzur namazının imamlık görevi de bize verildi. Bir gün Allahû Tealâ’nın hedeflerine ulaştığınız zaman sizin de kalp gözünüz açılacak. Allahû Tealâ huzur namazını gösterdiği zaman orada bizi göreceksiniz. Bunda ne şaşılacak ne de bunun bir yalan olduğunu söyleyecek olan bir açık kapı yok. Allahû Tealâ bu görevle bizi vazifeli kılmış, hepsi bu kadar. Bu, bizim elimizde olan bir şey değil, O’nun tayini ve görüyoruz ki risalet bütün kavimlerde mutlak olarak bütün devirlerde bir resûlü barındırıyor. Biz olmasaydık şu anda başka birisi Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesine göre bu görevi yapıyor olacaktı. Kim itiraz edebilir ki buna?

Yeter mi? Yetmez. İsrâ Suresinin 15. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.


“Biz bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz.”

Ama aynı Allahû Tealâ diyor ki Meryem Suresinin 71. âyet-i kerimesinde:

19/MERYEM-71: Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ(makdıyyen).
Ve sizden biriniz (bile hariç olmamak üzere hepiniz), illâ (muhakkak) ona (cehenneme) varacaksınız. (Bu), senin Rabbinin üzerine (aldığı) kesinleşmiş bir hükümdür.


“Aranızdan hiçbiriniz cehenneme uğramaktan geri kalmayacaksınız. Mutlaka cehenneme ulaşacaksınız. Sonra Biz, cehennemde kalacakları orada bırakacağız ve cennete gidecekleri oradan cennete göndereceğiz.”

Öyleyse herkes mutlaka kıyâmet günü cehenneme uğrayacak. Allahû Tealâ da: “Biz bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz.” diyor. Öyleyse herkes o resûlün söylediğini işitecek ve kendisini cehennemden kurtarmak için yapması lâzımgelen şeyin sadece Allah’a ulaşmayı dilemek olduğunu öğrenecek ve yapacak bunu. “Yarabbi! Ben Sana ruhumu hayattayken ulaştırmak istiyorum.” diyecek. Tamam! Mesele burada çözülüyor.
 

Şimdi resûllere devam ediyoruz.

Allahû Tealâ buyuruyor ki İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesinde:

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


“Hiçbir kavim yoktur ki; biz o kavme onların içinden, onların lisanıyla konuşan birini resûl olarak göndermeyelim.”

Demek ki her devirde Allahû Tealâ’nın bir Resûl’ü mutlaka bütün kavimlerde var ve onların lisanıyla konuşan.

Her kavimde onların lisanıyla konuşan bir resûl! O kavim, hristiyan olabilir, o kavim yahudi olabilir, O kavim budist olabilir, başka dînlerin mensupları olabilir ama orada Allah’ın dînini, Allah’tan vahiy alarak insanlara anlatan bir resûl mutlak olarak var. Her devirde (şu anda da) bütün kavimlerde, o kavimlere kendi lisanlarıyla hitap eden Allah’ın bir Resûl’ü yaşıyor.

Allahû Tealâ Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).


“Biz bütün kavimlere resûl göndeririz, o kavimdekileri dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye. Her seferinde bir kısmı hidayete erdiler, bir kısmının da üzerine dalâlet hak oldu.”

Allah’ın Resûl’ü davetini yapar, davete icabet eden hedefe ulaşır.

Sevgili misafirlerimiz! Görülüyor ki resûller, bütün kavimlere gönderiliyor. Ama nebîler bütün kavimlere gönderilmiyor, kâinata gönderiliyor. Unutmayalım; Allahû Tealâ’nın Peygamber Efendimiz (S.A.V) için söylediğini: “Habibim! Biz Seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik.” diyor. Bütün âlemler 6 âlem. 6 âlemin de rahmeti O; Peygamber Efendimiz (S.A.V). Bu dünyanın peygamberi değil, âlemlerin peygamberi!

21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.


İşte Allahû Tealâ’nın dizaynı böyle. Bu kavimler muhtevası içerisinde yer alan kavim resûlleri, o kavmin lisanıyla onlara hitap edenlerdir.

Nebîlerle resûller arasında birçok farklılık var. Nebîlerin arasında fetret devirleri vardır. Hz. İsa’dan sonra 600 yıllık bir zaman parçası; dünya peygambersizdi. Yaklaşık rakamlarla konuşuyoruz; 600 yıl sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V) nebî resûl olarak (Hz. İsa da nebî resûldü, Peygamber Efendimiz (S.A.V) de nebî resûldü), 600 senelik bir boş devreden (fetret devrinden) sonra görev aldı ve 1400 yıldır dünyada peygamber yok. Bugün de yok. Kıyâmete kadar da olmayacak. Çünkü O, hatem-ün nebiyyin (nebîlerin sonuncusu) dur.

Sevgili kardeşlerim! Görülüyor ki nebîler arasında fetret devirleri var. Ama Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesi gereğince, resûller arasında fetret devirlerinin olmadığını, her kavimde hangi resûl ölürse onun yerine mutlaka aynı anda bir yenisinin vazifeli kılındığını görüyoruz.

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


İşte böyle bir dizaynla karşı karşıyayız. Tüm kavimlerde resûller ardarda görev yapıyorlar. Her kavmin başında onların lisanıyla konuşan bir resûl, dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Ama peygamberler yok artık. Öyleyse nübüvvetle risalet birbirinden farklı kavramlardır.

Kur’ân-ı Kerim, cin resûllerden bahsediyor. Açık bir şekilde Kur’ân-ı Kerim, cin resûllerden bahsediyor. Kur’ân-ı Kerim, kiramen katibîn meleklerine “resûllerimiz” diyor. “Bir sürücü, bir şahitten oluşan resûllerimiz, sizin bütün hareketlerinizi kaydedecektir. " diyor. Allahû Tealâ, Azrail (A.S) ve onun takımına da “resûllerimiz” diyor (melek resûller). Her devirde insanlar var olduğu sürece, onların ölüm işleri ile görevli olan Azrail (A.S) ve onun ekibi; onlar da resûl.

Allahû Tealâ Yûsuf Suresinin 50. âyet-i kerimesinde, Hz. Yusuf’a gönderilen (firavunun gönderdiği) haberciden bahsediyor; ulak:

12/YÛSUF-50: Ve kâlel meliku’tûnî bihî, fe lemmâ câehur resûlu kâlerci’ ilâ rabbike fes’elhu mâ bâlun nisvetillâtî katta’ne eydiyehunn(eydiyehunne), inne rabbî bi keydihinne alîm(alîmun).
Ve Melik: “Onu bana getirin.” dedi. Böylece ona, resûl (ulak, haberci) geldiği zaman Yusuf (a.s): “Efendine dön ve ellerini kesen kadınların hali (durumu) nedir, ona sor.” dedi. Muhakkak ki; Rabbim onların hilelerini en iyi bilendir.


Allahû Tealâ: “Resûl Yusuf’a gelip dedi ki:” diyor. “resûl” adıyla geçiyor Kur’ân-ı Kerim’de. Hani “ ‘Resûl’ kelimesi Kur’ân’da peygamberlerden başkasına hitap etmez.” diyenlerin, ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduklarını Allahû Tealâ ifade ediyor bu âyetlerle.

Allahû Tealâ Cinn Suresinin 26. âyet-i kerimesinde diyor ki:

72/CİNN-26: Âlimul gaybi fe lâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ(ehaden).
O (Allah), gaybı bilendir. Fakat O, gaybını hiç kimseye izhar etmez (açıklamaz).

72/CİNN-27: İllâ menirtedâ min resûlin fe innehu yesluku min beyni yedeyhi ve min halfihî rasadâ(rasaden).
Resûllerden razı oldukları (tasarruf rızasına ulaşmış olanları) hariç! O taktirde, muhakkak ki O (Allah), onların önünden ve arkasından gözetenler sevkeder ki,


“Allah gaybı bilir, (gaybı) kimseye bildirmez. Ama resûllerinden rızaya ulaşmış olana bildirir. Onlar hariç.”

İşte bu resûllerinden rızaya ulaşmış olan (tasarruf rızasıdır), o devrin imamına ait olan bir olay. Devrin imamına Allahû Tealâ gaybı bildirir. Başkasına bildirmez. Ama Allah’ın söylemesine müsaade edilmeyen hiçbir sır, Allah’ın Resûl’ü tarafından kimseye açıklanamaz. Bilir, ama susar. Öyleyse tasarruf rızası kimdedir? Sadece devrin imamındadır. Tasarruf altında bir tek kişi vardır dünya üzerinde. O, huzur namazının imamıdır. İster vekâlet altında olsun ister asalet altında olsun, o mutlaka Allah’ın tasarrufundadır.

İşte sevgili kardeşlerim! Görüyoruz ki nübüvvet ve risalet birbirinden farklı iki tane olay. Nebîler peygamberlerdir. Kendilerine şeriat kitabı verilir, devrin asaleten imamlarıdır. Ama onların bulunmadığı devrelerde resûllerden (bütün kavimlerdeki kavim resûllerinden) bir tanesi, huzur namazına vekâletle görevlendirilir. Görülüyor ki resûllerle nebîler arasında büyük farklılık var.

Ve “Vahiy” konusundan bahsediyor kardeşlerimiz! Allahû Tealâ: “Allah kimseye vahyetmez.” diye bir inancı, bütünüyle yok edecek olan bilgileri koymuş Kur’ân-ı Kerim’e. A’râf Suresinin 175. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

7/A'RÂF-175: Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn(gâvîne).
Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı, artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu.


“Biz o kişiye vahyettik ve âyetler indirdik. Sonra o şeytana yaklaştı da zalimlerden oldu.”

“Vahyettik.” diyor, hem de “Âyetler indirdik.” diyor (A’râf Suresi 175. âyet-i kerimesi). Demek ki Allahû Tealâ vahyediyor.

Peki, başka kimlere vahyetmiş? Nahl Suresinin 69. âyet-i kerimesi Allahû Tealâ diyor ki:

16/NAHL-69: Summe kulî min kullis semerâti feslukî subule rabbiki zululen, yahrucu min butûnihâ şarâbun muhtelifun elvânuhu fîhi şifâun lin nâs(nâsi), inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Sonra meyvelerin (çiçeklerin) hepsinden yeyin! Rabbinin emre amade kılınmış yollarında sülûk edin (uçun, dolaşın). Onun karnından muhtelif (çeşitli) renklerde içecek (bal) çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette bir âyet (delil) vardır.


“Biz arıya yaylım yollarına çıkmasını ve insanlar için bir şifa olan balı üretmesi için vahyettik.” 

Şimdi genel inanç; Allah’ın sadece peygamberlere vahyetmesi ve peygamberlerin dışında kimseye vahyetmemesidir.  Allahû Tealâ buyuruyor ki: “ Biz Musa’nın annesine vahyettik ki; çocuğu Nil Nehri’ne bıraksın.”

20/TÂHÂ-39: Enıkzifîhi fît tâbûti fakzifîhi fîl yemmi felyulkıhil yemmu bis sâhıli ye’huzhu aduvvun lî ve aduvvun lehu, ve elkaytu aleyke mehabbeten minnî ve li tusnea alâ aynî.
(Onu sandığa koymasını, sonra onu denize (Nil Nehri’ne) bırakmasını (vahyetmiştik). Böylece deniz, onu sahile atsın, Benim ve onun düşmanı, onu alsın. Ve gözümün önünde (korumam altında) yetiştirilmen için sana, Kendimden muhabbet (sevgi) verdim.


Allahû Tealâ diyor ki: “Biz İsa’nın annesine (Hz. Meryem’e) vahyettik: O ağacın yanına git ve orada senin için barınacağın, senin için yiyecek bir şeyler söz konusu.” diyor. 

28/KASAS-7: Ve evhaynâ ilâ ummi mûsâ en erdıîhi, fe izâ hıfti aleyhi fe elkîhi fîl yemmi ve lâ tehâfî ve lâ tahzenî, innâ râddûhu ileyki ve câılûhu minel murselîn(murselîne).
Ve Musa (A.S)’ın annesine şöyle vahyettik: "Onu emzirmesini ve onun için korktuğu zaman onu nehre atmasını (bırakmasını). Ve sen korkma, mahzun olma (üzülme). Muhakkak ki Biz, onu sana döndüreceğiz. Ve onu mürselinlerden (resûllerden) kılacağız."


19/MERYEM-25: Ve huzzî ileyki bi ciz’ın nahleti tusâkıt aleyki rutaben ceniyyâ(ceniyyen).
Ve hurma ağacının gövdesini üzerine silkele. Taze hurmalar senin üzerine düşsün, (orada) toplansın.

19/MERYEM-26: Fe kulî veşrabî ve karrî aynâ(aynen), fe immâ terayinne minel beşeri ehaden fe kûlî innî nezertu lir rahmâni savmen fe len ukellimel yevme insiyyâ(insiyyen).
Artık ye ve iç, gözün aydın olsun! Bundan sonra eğer beşerden bir kimseyi görürsen, o zaman (ona şöyle) söyle: “Muhakkak ki ben, Rahmân’a (konuşmama) orucu nezrettim (adadım). Bu sebeple bugün bir insanla asla konuşmayacağım.”


Hz. Meryem’e de vahyetmiş Allahû Tealâ, Hz. Musa’nın annesine de vahyetmiş. Hiç kimse Hz. Meryem’in veya Hz. Musa’nın annesinin peygamber olduğunu iddia edemez.

Ve Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz, Hz. İsa’nın havarilerine vahyettik.” diyor.

5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).
Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.


Öyleyse Hz. İsa’nın havarileri; peygamber mi onlar? Bir tane peygamber var aralarında; Hz. İsa. Onun dışındaki hiç kimse peygamber değil, hepsi velî. Ama onlara vahyettiğini söylüyor Allahû Tealâ.

Allahû Tealâ: “Biz yere, dağlara ve göklere vahyettik.” diyor.

16/NAHL-15: Ve elkâ fîl ardı ravâsiye en temîde bikum ve enhâran ve subulen leallekum tehtedûn(tehtedûne).
Ve sizinle sarsılır diye (sarsılmamanız için), yeryüzünde dağlar oluşturdu. Nehirler ve yollar (oluşturdu). Böylece yolunuzu bulursunuz (hidayete erersiniz).


Bütün bunlar, vahiy müessesesinin hiç de zamanımızdaki dîn âlimlerinin söylediği standartlarda olmadığını ifade ediyor. “Allah, peygamberlerden başkasına vahyetmez.” demiş birisi. İsmi lâzım değil ve de o günden sonra “Hayır, Allah peygamberlerden başkasına vahyetmez.” demişler.

Allahû Tealâ vahyetmenin dışında Nisâ-175’de: “Biz, adama âyetler indirdik. Sonra (gâvin) oldu (şeytana uydu) o.” diyor.

7/A'RÂF-175: Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn(gâvîne).
Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı, artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu.


Değil vahyetmek, âyet indirdiğini söylüyor. Öyleyse görülüyor ki vahiy müessesesinde de akaid büyük hatalar yapmıştır.

Sevgili kardeşlerim! Buradaki en büyük hata, dîn âlimlerimizin ehl-i sünnet ve’l cemaat âlimlerinin yazdığın kitapları, (haşa!) Kur’ân’dan üstün tutmaları. O mânâya geliyor da onun için söyledik. Yoksa tabiatıyla, Kur’ân’ı gene ait olduğu yere oturtmuşlardır. En üstün Kur’ân’dır. Ama O’na bakmak gereğini duymamışlar. Şöyle düşünmüşler: “Onlar âlimler. Mutlaka onlar bizden daha iyisini bilirler. Öyleyse biz Kur’ân-ı Kerim’i anlayamayız. Onlar ne söylemişlerse onu kabul edelim.” Etmişler ve İslâm’ın 5 şartına İslâm dîni indirgenmiş. 5 şartı yaşayan hiç kimsenin cehennemden kurtulması mümkün değildir. 5 şart hiç kimseyi cennete ulaştıramaz. Artık bu hakikatleri herkes öğrenmeli diye düşünüyoruz sevgili kardeşlerim.

 

Benzer konular