İsra 15 ve İbrâhîm 4 âyetlerine göre her dönem gelen resûllerin her kavimde bulunacağından bu resûllerin şefaat edebilmeleri için Zuhruf 86’ya göre de Allah'ı mutlak olarak göreceğini söyleyebilir miyiz?

Anasayfa » Ana Sayfa » Resûl ve Nebî » İsra 15 ve İbrâhîm 4 âyetlerine göre her dönem gelen resûllerin her kavimde bulunacağından bu resûllerin şefaat edebilmeleri için Zuhruf 86’ya göre de Allah'ı mutlak olarak göreceğini söyleyebilir miyiz?
share on facebook  tweet  share on google  print  

İsra 15 ve İbrâhîm 4 âyetlerine göre her dönem gelen resûllerin her kavimde bulunacağından bu resûllerin şefaat edebilmeleri için Zuhruf 86’ya göre de Allah'ı mutlak olarak göreceğini söyleyebilir miyiz?

Zuhruf-86’dan başlayalım:

43/ZUHRÛF-86: Ve lâ yemlikullezîne yed’ûne min dûnihiş şefâate illâ men şehide bil hakkı ve hum ya’lemûn(ya’lemûne).
Ve onların, O’ndan (Allah’tan) başka taptıkları şeyler şefaate malik değildir. Hakk’a şahit olanlar hariç ve onlar (Hakk’ı) bilirler.


“O’ndan başka (Allah’tan başka) dua ettikleri putlar onlara şefaat etmeğe malik değillerdir.”

illâ men şehide bil hakkı: Ama Hakk’a şahit olan hariç
ve hum ya’lemûn(ya’lemûne): Ve onlar bilirler.

Zuhruf 86’da Allahû Tealâ Allah'ın Zat’ına şahit olan kişinin şefaatından bahsediyor. Sadece bir tek kişi şefaatin sahibidir. O da huzur namazının imamıdır, Zuhruf 86’da belirtildiği gibi. Allah'ın Zat’ına şahit olan kişi, zamanın imamı.

Şimdi İsra 15 ve İbrâhîm 4’e bakıyoruz. İsra 15’de Allahû Tealâ diyor ki:

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.


menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî): Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için hidayete erer.
ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ: Kim de dalâlette kalırsa kendi aleyhinedir.
ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ: Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez.
ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen): Ve Biz, bir resûl beas etmedikçe kimseye azap etmeyiz.”

İsra Suresinin 15. âyet-i kerimesi bunu ifade ediyor. “Bir resûl göndermedikçe (vazifeli kılmadıkça, beas etmedikçe) azap edici olmadık." diyor Allahû Tealâ.

Ve İsra-15’deki resûl kavim resûlüdür. Şefaat etmek yetkisi normal standartlarda söz konusu değildir. İbrâhîm-4:

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum: Biz bir resûl göndermeyiz. Sadece kendinin (onun) kavminin lisanıyla göndeririz.
li yubeyyine lehum: Beyan etsin diye.
fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu): Allah, dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini hidayete erdirir.
ve huvel azîzul hakîm(hakîmu): Ve O, Azîz’dir, Hakim’dir.”

Bu da bir kavim resûlü. Ve İsra-15 ve İbrâhîm-4’e göre buradaki resûller şefaat edemezler. Bunlar kavim resûlleridir. Yani her kavme Allahû Tealâ resûl gönderiyor ki o kavmindeki (kavimdeki) insanlar görevlerini resûlünün emirlerini yerine getirmezlerse cehennemde cezalanabilsinler diye.

Ama Zuhruf Suresinin 86. âyet-i kerimesinde söz konusu olan Allah'ın Zat’ını gören Allah'ın katındaki o arşı tutan meleklerle beraber olan kişi (devrin imamı). Şefaat yetkisi onda.

Allahû Tealâ Nisa-64’de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şefaatinden bahsediyor:

4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.


Diyor ki: “Habibim o nefslerini zulmetmiş olanlar sana gelselerdi ve günahları için mağfiret dileselerdi, sen de onların günahları için mağfiret dileseydin onların resûlü olarak. Allah'ın her iki talebi de kabul ettiğini görecektin (yerine getirdiğini görecektin). Onların tövbeleri kabul ettiğini günahları onların sebebiyle af ettiğini, senin talebin ile bir defa daha af ettiğini görecektin.” sonucuna ulaşılıyor.

İşte sahâbe ile Allah arasındaki ilişkide Allahû Tealâ sahabeye mağfiret etmiş oluyor. Mağfiret kullanmış zaten Allahû Tealâ. Ama sahâbe ile Peygamber Efendimiz (S.A.V) arasındaki ilişkide o mağfiret değildir, şefaattir.

Benzer konular