Allah'ın bir Zat’ı var mı?

Anasayfa » Ana Sayfa » Allah'ın Zat'ı » Allah'ın bir Zat’ı var mı?
share on facebook  tweet  share on google  print  

Allah'ın bir Zat’ı var mı?

Evet, var. "Allah'ın vechi." diyor Allahû Tealâ. Ve demin söylediğimiz Rad-21’den sonra Allahû Tealâ Rad-22’de diyor ki:

13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.

13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.


"yehâfûne sûel hisâb(hisâbi) ve yahşevne rabbehum vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim: Onlar, Allah'a karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan korkarlar. Yani amel defterindeki hesaplarının negatif çıkmasından korkarlar. Negatif çıkarsa gidecekleri yer cehennemdir. Onlar sabırla Allah'ın Zat’ını talep edenlerdir, iptiga edenlerdir, dileyenlerdir." diyor Allahû Tealâ.

Allah'ın Zat’ını dilemek, Allah'ın vechi var, Zat'ı var. Bu kardeşlimiz Allah'ın Zat’ının olmadığı kanaatinde. Kalın çizgilerle "Kâinat Allah'tır" diyor. "Tek bir varlık vardır. O kâinattır. O Allah'tır." diyor. O zaman bu kardeşimize sormak istiyoruz. Kâinatı yaratmadan evvel Allah var mıydı? "Kâinatı, Biz yarattık." diyor. Öyleyse kâinatı yaratmadan evvel de Allah vardı. Öyleyse Allah'ın kâinat olması söz konusu değildir. Kâinat bir mahlûktur. Allah’sa Halık’tır. Burada Kur'ân-ı Kerim’in kesin hükümleri vardır. Ama dîn konusundaki bilgi dağarcığı asırlar boyunca o kadar yanlış şeyleri biraraya getirerek toplamış ki, bu kardeşimiz de bu emaniyye bilgiler konusunda bir nüfus sahibi olma noktasına gelmiş. Araştırmış, araştırmış, araştırmış ama ulaştığı herşey Kur'ân’ın tersini söylüyor. Diyor ki:

"Allahû Tealâ, mutlak iradesinin yerine geleceğini vurguluyor." Allah'ın iradesi, insanın iradesine kilit vurmaz. Allah bütün insanları serbest iradeleriyle dilediğini yapmak konusunda serbest bırakmıştır. Herkes hesabını Allahû Tealâ’ya vermek üzere dilediğini yapar. Allahû Tealâ İnsan (Dehr) Suresinin 3. âyet-i kerimesinde diyor ki:

76/İNSÂN (DEHR)-3: İnnâ hedeynâhus sebîle immâ şâkiran ve immâ kefûran.
Muhakkak ki Biz, onu (Allah’a ulaştıran) yola hidayet ettik. Fakat o, ya (Allah’a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (Allah’a ulaşmayı dilemez) küfreden olur.


"Biz, insanları sebîle ulaştırırız." Burada "Eğer onlar Bize ulaşmayı dilerse ulaştırırız." mânâsı vardır. Çünkü ulaşacakları yerdeki hedef seçiminin insana ait olduğu kesinleşmiş.

immâ şâkiren: Dileyen şakirlerden olur.
ve immâ kefûrâ: Dileyen kâfirlerden olur.

Kişisel irade. Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynına bakıyoruz. Allah'a ulaşmayı dilemek diye bir müessese var. Buna Allahû Tealâ "Allah'a mülâki olmak." diyor. Ra'd Suresinin 25. âyet-i kerimesinde:

13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).
Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.


"Onlar ki, Allah'a ezelde misak vermelerine rağmen Allah'ın vuslatını keserler, Allah'a vasıl olma işlemin keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. Başka insanların da Allah'a ulaşmayı dilemelerine engel olurlar. Allah'ın lâneti onların üzerinedir. Yer yüzünde fesat çıkaranların üzerinedir." diyor.

Allahû Tealâ Lokman Suresinin 15. âyet-i kerimesinde diyor ki:

31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ ma’rûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyye, summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.


vettebi’ sebîle men enâbe ileyy (ileyye): Kim Bana yönelmişse, Bana ulaşmayı dilemişse sen de yönel, sen de Bana ulaşmayı dile.

Açık bir şekilde farz kılıyor insanların üzerine. Zumer Suresinin 54. âyet-i kerimesinde:

39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.


"ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu: Üzerine azap gelmeden evvel Allah'a yönel, Allah'a ulaşmayı dile ve Allah'a teslim ol. Ruhunu Allah'a ulaştırıp teslim et. Sonra da fizik vücudunu Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren bir hüviyete getirerek teslim et. Nefsini Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren bir hüviyete getirerek Allah'a telsim et ve iradeni Allah'a teslim et." diyor Allahû Tealâ.

Bu bir emirdir. Bütün insanlara Allahû Tealâ emir vermiştir. Allah'a mülâki olmaktan başlayarak, kendisindeki herşeyi Allah'a teslim etmesi konusunda hüviyeti Allah açık bir şekilde koyuyor ortaya. Kardeşimiz diyor ki:

"İnsan Suresinin 30. âyet-i kerimesinde "Siz dileyemezsiniz dileyen Allah'tır." buyuruyor." Allahû Tealâ İnsan Suresinin 30. âyet-i kerimesinde diyor ki:

76/İNSÂN (DEHR)-30: Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh(yeşâallâhu), innallâhe kâne alîmen hakîmâ(hakîmen).
Ve Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Muhakkak ki Allah; Alîm’dir, Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).


"ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh(yeşâallâhu): Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.
innallâhe kâne alîmen hakîmâ(hakîmen): Muhakkak ki Allah hem âlimdir, bilir hem de hakîmdir, hüküm sahibidir."

Burada "Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz." demekle Allahû Tealâ ne demek istiyor?

1. basamakta, insanlar olayları yaşarlar.
2. basamakta, insanlardan Allah'ın uygun gördükleri, Allah tarafından seçilirler. Bunlar insanların %90’ından fazlasıdır.

Kimler seçilmezler? Kim Allah'a ulaşmayı dilemedikten başka, başka insanları da Allah'ın yolundan men edecekse onlar seçilmezler. Allahû Tealâ seçiklerinden Allah'a ulaşmayı dileyenlerin Kendisine ulaşacağını söylüyor. 2. basamakta seçim Allah'ın seçimidir. Allah onların Kendisine ulaşmasını diliyor. Ondan sonra o insanlardan Allah'a ulaşmayı dileyenler, Allah diledikten sonra, Allah onları Kendisine ulaştırmayı diledikten sonra, uygun gördükten sonra, Allah'ın rızasını kazandıktan sonra, Allah'a ulaşmayı diliyorlar. İlk dileyen daima Allah'tır. Öyleyse bu Allah diledi diye kişinin Allah'a ulaşması değildir. Tam tersine Şûrâ-13’te Allahû Tealâ konunun geri kalan kısmını söylüyor:

42/ŞÛRÂ-13: Şeraa lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


"Allah dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah'a ulaşmayı dilerse, Allah onları kendisine ulaştırır."

Öyleyse seçtiklerinin büyük kısmı Allah'a ulaşmayı dilemiyorlar. Hani Allahû Tealâ onları da Kendisine ulaşsınlar diye seçmiş. Öyleyse onlar, Allah'ın Kendisine ulaşması için seçmesine rağmen, Allah'a ulaşmayı dilemedikleri için Allah'ın Kendisine ulaştırmadıklarıdır. Öyleyse "Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz." dediği olay bu olaydır. Önce Allah diler, ondan sonra insan diler. Ama Allah'ın dilemesine rağmen eğer insan dilemezse o kişi hidayete eremez. Öyleyse farklılığı yerli yerine oturtmamız lâzımdır. Allahû Tealâ Allah'a ulaşmayı dilemeyen kişinin, iradesini kullanmayan kişini Allah'a ulaşmak konusunda:

* Dalâlette olduğunu söylüyor,
* Küfürde olduğunu söylüyor,
* Onun gideceği yerin cehennem olduğunu söylüyor.

Bakınız Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde ne diyor:

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


"Onlar Bize mülâki olmayı, ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı dilemezler. Muhakkak surette dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar, dünya hayatıyla mutmain olurlar, doyuma ulaşırlar. Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır. Ve onların kazandıkları dereceler itibari ile gidecekleri yer ateştir, cehennemdir."

Allah'ın âyetlerinden Allah'a ulaşmayı dilemeyenler gâfil olanlardır. Kardeşimiz diyor ki: "İnsanoğlunun iradesi bir şey ifade etmez. Allah'ın dilemesi lâzımdır. Allah dilerse o kişi Allah'a ulaşır." Allah dilemiş, seçmiş ama kul Allah'a ulaşmayı dilememiş ve Allah onu Kendisine ulaştırmamış. Öyleyse kulun bir cüz’i iradesi vardır. Ve Allahû Tealâ ona o kadar değer veriyor ki, bu irade kullanılmadığı takdirde o kişi hiçbir zaman Allah'ın cennetine giremez. Allah herkesi aslında cennete almak ister. Ama öyle insanlar vardır ki, onların cennete girmeleri imkânsızdır. Onları daha baştan eliyor Allahû Tealâ, onları seçmiyor. Allah'ın dilemesine kişisel irade mani oluyor davranışlarıyla. Hem Allah'a ulaşmayı dilemiyor, hem de başka insanları da Allah'ın yolundan saptırmaya çalışıyor. Allah onları Kendisine ulaştırmayı asla dilemez. Onlar yoktur devrede.

Öyleyse kardeşimizin âyetlerine bakalım birer birer. Ve ikinci sualinde diyor ki veya ikinci izahat demek daha doğru. Saffat Suresinin 96. âyet-i kerimesinden bahsediyor:

37/SÂFFÂT-96: Vallâhu halakakum ve mâ ta’melûn(ta’melûne).
Ve (oysaki) sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yarattı.


"Gerçekten hepimizi Allah yarattı. Yaptığınız şeyleri de." diyor Allahû Tealâ. Biz bir yaratık olarak neler yapmışsak, bunları Allah'ın bir yaratığı gerçekleştirdiği cihetle Allahû Tealâ, onları da Allah'ın yaptığını söylüyor. Bir an için aksini kabul edelim. Yaptıklarımızı bize Allah yaptırmış olsun. Böyle bir şey herkes için geçerli olur mu? Bizim Kur'ân-ı Kerim’in bütününden öğrendiğimiz sonuç, sadece devrin imamları için geçerli olan bir tasarruf müessesesi vardır. Yani onlar Allah'ın tasarrufundadırlar, onlar yapmazlar, yaptırılırlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) öyleydi. Allahû Tealâ açık açık diyor ki:

"O taşı attığın zaman habibim, sen atmadın, biz attık."

8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).
Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü’minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah, işitendir ve bilendir.


Allahû Tealâ öyle kişiler için diyor ki: "Onlar kendiliklerinden hiçbir şey yapmazlar. Seçim hakkı yoktur bu sebeple. Sorumlulukları da yoktur."

Ama bütün insanların sorunlulukları vardır. Öyleyse amellerimizi de yaratan, bizi de yaratan Allahû Tealâ, bizi yarattığı için amellerimizi de yatmış oluyor. Ama amellerimizden hepimiz açık bir şekilde sorumluyuz. Öyleyse Allah'ın yaptırdığı bir amelden devrin imamı sorunlu olmaz. Ama bütün insanlar yaptıklarından sorumludurlar ve bu amelleri sebebiyle, aldıkları dereceler sebebiyle cehenneme veya cennete girerler. O zaman Allahû Tealâ’nın bizleri yaratması bir vakadır, ama fiillerimizi yaratması, yaratanın O olması sebebiyle, fiillerimizin sebebi biziz, Allahû Tealâ da onların vücuda gelmesine engel olmuyor. Bu sebeple vücuda gelmesini mümkün kılıyor. İstese engel olabilir. Buradan şöyle bir mânâ çıkaran birisi olursa, bizi de amellerimizi de Allahû Tealâ yaratığına göre, demek ki amellerimizi de vücuda getiren biz değiliz Allah'tır. Ama Allahû Tealâ onu söylemek istemiyor burada. Bizi yaratan Allahû Tealâ amelleri bizim vücuda getirmemiz sebebiyle amellerimizi yaratan da Allah oluyor. Amelleri onun yarattığı bir kulun yaratması sebebiyle. Yarattığının o amelleri vücuda getirmesi sebebiyle yaratan amellerin de sahibi oluyor. Eğer aksi olsaydı, o zaman Allahû Tealâ’nın insanları cennete veya cehenneme koyması bir mânâ ifade etmeyecekti. Allahû Tealâ kulunu yaratmış, cehenneme götürmek üzere, fiilleri de yapan Allah, kişiyi yaratan da Allah. Öyleyse Allahû Tealâ baştan kişiyi o amelleri yapması istikametinde devreye alıyor ve kişiye o ameleri Allah yaptırıyor. Allah onu cehenneme atıyor. Başka bir kuluna da cennetlik ameller işletiyor, onu da cennetine alıyor.

Sevgili kardeşlerim, o zaman Allahû Tealâ’nın "El-Adl" esması ve "El-Hak" esmasının anlamı kalıyor mu? O zaman Allahû Tealâ, o cehenneme attığı kullarına zulmetmiş olmuyor mu? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?

3.'sü Hadid Suresinin 22. âyet-i kerimesi Allahû Tealâ diyor ki:

57/HADÎD-22: Mâ esâbe min musîbetin fîl ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebraehâ, inne zâlike alâllâhi yesîr(yesîrun).
Yeryüzünde ve kendi nefslerinizde, sizlere isabet eden bir musîbet yoktur ki, onu yaratmamızdan önce kitapta yazılmamış olsun. Muhakkak ki bu, Allah’a kolaydır.


Allahû Tealâ burada da kulunun, yarattığı insanın yaptığı fiillerden bahsetmiyor. Vücuda gelen musîbetlerden bahsediyor. Bu musîbetleri yaratan Allah'tır. Kulun musîbet vücuda gelmesinde hiçbir rolü olamaz. Musîbetin yaratılması Allah'a aittir. Allahû Tealâ diyor ki:

"Biz, insanları her sene birkaç defa musîbetlerle imtihan ederiz. Onlar hâlâ anlamıyorlar mı?"

Allahû Tealâ eğer bütün amelleri Kendisi vücuda getiriyorsa, Kendisi yaratıyorsa, o zaman imtihanın bir mânâsı kalıyor mu? "Her sene onları birkaç defa onları musîbetlerle imtihan ederiz." diyor.  Tekrar edelim, "Dileyen şâkîlerden olur, dileyen şakirlerden olur."

76/İNSÂN (DEHR)-3: İnnâ hedeynâhus sebîle immâ şâkiran ve immâ kefûran.
Muhakkak ki Biz, onu (Allah’a ulaştıran) yola hidayet ettik. Fakat o, ya (Allah’a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (Allah’a ulaşmayı dilemez) küfreden olur.


"immâ şâkiren ve immâ kefûrâ(kefûren): Dileyen kâfirlerden olur, dileyen şükredenlerden olur, şakirlerden olur." diyor Allahû Tealâ. Burada kişinin dileğine bağlamış, Dehr Suresinin 3. âyet-i kerimesinde. Zaten Allahû Tealâ’nın musîbetleri ortaya koyması insanların imtihanı için geçerlidir. Hadid-23:

57/HADÎD-23: Li keylâ te’sev alâ mâ fâtekum ve lâ tefrahû bi mâ âtâkum, vallâhu lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr(fehûrin).
Sizin elinizden çıkan şeye üzülmemeniz ve size verilen şeyle sevinmemeniz (övünmemeniz) içindir. Ve Allah, böbürlenen ve çok övünenlerin hiçbirini sevmez.


Herşey bir imtihandır ve imtihanlar Allahû Tealâ tarafından tayin edilir. İmtihanların vücuda gelmesi bizim irademizle alâkalı olan bir konu değildir. Allahû Tealâ imtihanlarla kulunu imtihan eder. Kul yaptığı her davranıştan derecat kazanır veya kaybeder. Ve her davranışı aklını kullanarak yapar. Ama böyle bir davranışta başkalarına zarar vermek söz konusu olduğunda konu ikiye ayrılır.

1- Kasta makrun olaylar. Kişinin bilerek, isteyerek başkalarına kötülüğünün dokunması
2- Kazaen olan olaylar. Kişi isteyerek başkasına zarar vermek istememiştir ama zarar husule gelmiştir.

İkisi birbirinden farklı iki olaydır. Ama birinin birine zarar vermesi halinde arkasında Allah yoktur, kulun kendisi vardır. Derecat kaybedecek olan ve kazanacak olan kuldur. Allahû Tealâ diyor ki: "Allah kimseye zulmetmez." Eğer Allah'ın iradesiyle kişi günahları işlemiş olsaydı. O zaman Allahû Tealâ o kişiyi bilerek, isteyerek cehenneme göndermiş olacaktı ve öyle istediği için, o kişinin cehenneme girmesini istediği için. Böyle bir şey gerçek olsaydı Allahû Tealâ "El-Adl" "esmasının sahibi olmazdı. Ve kişiler arasındaki cennete veya cehenneme girişi esas alırsak o zaman da Allahû Tealâ "El-Hak" esmasının sahibi olmazdı.

4.'sü: Hud Suresinin 56. âyet-i kerimesi:

11/HÛD-56: İnnî tevekkeltu alâllâhi rabbî ve rabbikum, mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
Muhakkak ki ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiçbir canlı mahlûk (dabbe) yoktur ki; O (Allahû Tealâ), onun perçeminden tutmuş (O'nun kontrolü altında) olmasın. Muhakkak ki benim Rabbim, Sıratı Mustakîm üzeredir (Sıratı Mustakîm'in kontrolü Allah'tadır).


"Yürüyen hiçbir mahlûk eksik olmamak üzere hepsini perçeminden tutup yürüten O’dur." Yani insanlar Allah'ın kontrolü altındadır. Allahû Tealâ o kulunu dilediği anda kontrolü altına alıp dilediğini ona yaptırır. Ama bu demek değildir ki, Allahû Tealâ her an kişinin her yaptığını ona yaptırır. Böyle insanlar yok mu var. Ama Kur'ân-ı Kerim’de ne kadar az yer aldığını gördünüz mü?  Allahû Tealâ’nın tasarruf altında olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) hakkında söylediğine bakıyoruz. "Taşı atığın zaman sen atmadın Biz, attık diyor." "Orada senin elini öptükleri zaman onların ellerinin üstünde Allah'ın eli vardı."

8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).
Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü’minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah, işitendir ve bilendir.


48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecran azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).


Yani Allah Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e daimi tecelli halindeydi. Bu sadece devrin imamlarıyla ilgili bir konudur. Şimdi herkesi alnından çekip yürüten Allahû Tealâ’ysa, bütün insanların yaptıkları Allahû Tealâ’nın neticeleriyse, o zaman cennetle cehennem mânâsız bir mahlûk oluyor. Ama kardeşimizin baktığı pencereden bakarsanız öyle görünüyor. Yani burada ki, "Allahû Tealâ hiçbir canlı mahlûk yoktur ki, onun perçeminden tutmuş olmasın." Yani kişiyi getiren, götüren, hareketleri yaptıran Allah’mış gibi gösteriyor. Oysaki Allah'ın verdiği akıl ona yaptıran  bunları. Ve kişini kendi iradesiyle yaptığı fiiller söz konusudur.

İsrâ-84’ten bahsediyor kardeşimiz, diyor ki:

17/İSRÂ-84: Kul kullun ya’melu alâ şâkiletihî, fe rabbukum a’lemu bi men huve ehdâ sebîlâ(sebîlen).
De ki: “Herkes kendi şekline (hüviyetine, karakterine) göre amel eder.” Öyleyse kimin daha çok hidayet yolunda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.


"De ki: "Herkes kendi şekline (hüviyetine, karakterine) göre amel eder." Öyleyse kimin daha çok hidayet yolunda olduğunu, en iyi Rabbiniz bilir." diye devam ediyor âyet-i kerime. Buradan anlıyoruz ki kul hidayetin yolundadır veya kul hidayetin yolunda değildir. Allah kişiyi hidayet sahibi veya hidayetsizlik sahibi yapmıyor. Kul hidayetin sahibi oluyor, hidayeti hak ediyor veya hak etmiyor. Buradaki "şâkiletihî" onların şekilleri demektir. Kendi şekline dediğimiz zaman da konuyu onun hüviyetine, karakterine diye bağlamamız lâzım konuyu.

6. âyet-i kerimesi, "Allah de ötesini bırak." diyor. En’am-91’de Allahû Tealâ diyor ki:

6/EN'ÂM-91: Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî iz kâlû mâ enzelallâhu alâ beşerin min şey’in, kul men enzelel kitâbellezî câe bihî mûsâ nûren ve huden lin nâsi tec’alûnehu karâtîse tubdûnehâ ve tuhfûne kesîrâ(kesîran), ve ullimtum mâ lem ta’lemû entum ve lâ âbâukum, kulillâhu summe zerhum fî havdıhim yel’abûn(yel’abûne).
“Ve Allah, beşere bir şey indirmedi.” dedikleri zaman O’nun kadrini hakkıyla takdir edemediler. “İnsanlar için hidayet edici ve bir nur olan Hz. Musa’nın getirdiği kitabı kim indirdi?” de. Onu kâğıtlara (yazıp) açıklıyorsunuz, çoğunu gizliyorsunuz. Babalarınızın ve sizin bilmediğiniz şeyler size öğretildi. “Allah” de, sonra onları daldıkları şeylerde bırak oynasınlar.


Peygamber Efendimiz (S.A.V) için sadece "Allah" demek vardır. Bütün bu âyet-i kerimede geçenlerin hepsini tatbik sahasına koyduran muhakkak ki Allah'tır. Ama insanlar nelerle meşgullerse, Allahû Tealâ onların yapılmasına da karşı çıkmıyor. O kişilerin amel defterleri tamamen kendileri tarafından dizayn edilecektir. Allahû Tealâ diyor ki: "Kıyamet günü eliniz, ayağınız, uzuvlarınız sizin yaptıklarınıza şahitlik edecektir." Ve Mu’minun Suresinin 102. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.


"Kıyamet günü kimin mizanı ağır gelirse yani sevapları günahlarından fazla olursa onların gideceği yer cennettir." diyor.

Mu’minun Suresinin 103:

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


"Kimin de günahları sevaplarından fazla olursa, kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazla olursa onların gideceği yer de cehennemdir. Onlar hüsranda olanlardır. Ebediyyen cehennemde kalacak olanlardır." diyor.

Öyleyse insanlar devamlı deracat kazanan veya kaybeden kişilerdir. Allahû Tealâ daimi zikri üzerimize farz kıldığı cihetle her saniye eğer zikir yapmıyorsak mutlaka derecat kaybediyoruz.

Öyleyse Allah'a tevekkül edenler, "Allah" derler ve gerisini Allah'a bırakırlar. Ama Allahû Tealâ’nın emrettiği amelleri yapmaktan vazgeçmezler. Bir insanı kurtarmak için kişi iradesini mutlaka kullanmak mecburiyetindedir, Allah'ın kanunlarına göre. Eğer kullanmazsa pozitif istikamette, o zaman o kişi cehennemi hak eder.

Bir büyük haksızlık olmaz mı sevgili kardeşlerim. Allahû Tealâ eğer bütün fiilleri insanlara yaptırsaydı. Ve bu fiillerin neticesinde de bir kısım insanlar Allah'a ulaşmayı dilemeselerdi. Allahû Tealâ hem kanunu koyacak, "Bana ulaşmayı dileyenler Benim cennetime girer, dilemeyenler mutlaka cehenneme girer." diyecek. Hem de kullarının bir kısmını bundan mahrum edecek. Allah onların Allah'a ulaşmayı dilemelerine mani olacak. Sonra da o insanları cehenneme atacak. Burada çok açık bir haksızlık yok mu? Gerçekten Allah'a tevekkül etmek, Allah'a güvenmek, Allahû Tealâ’nın temel emridir. Ama böyledir diye, insanları Allahû Tealâ’nın onların amellerini de yaptıran olduğu istikametinde bir noktaya ulaşmak, burada Allahû Tealâ’nın insanların bir kısmına haksızlık ettiği gibi bir sonucu oluşturuyor.

Buruc Suresi 16. âyet-i kerime:

85/BURÛC-16: Fa’âlun limâ yurîd(yurîdu).
Dilediği şeyi yapandır.


"Allah her dilediğini fiil haline getirir, yapar." diyor. Allah her dilediğini fiil haline yapar. Tamam. Ama bunun insan iradesine bir tesirle ilişkisi yoktur. İlâhi İradeyle cüz’i iradeyi birbirine karıştırmayalım.

8. âyeti kerime, Enbiyâ-23: "Yaptıklarından sual edilmez, sual sorulmaz."

21/ENBİYÂ-23: Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn(yus’elûne).
O (Allah), yaptığı şeylerden mesul (sorumlu) değildir. Ve onlar, (yaptıklarından) mesuldür (sorgulanırlar).


"O, Allah yaptığı şeylerden mesul değildir. Ve onlar mesuldür."

Bakın burada çok açık bir şekilde Allahû Tealâ: "Allah yaptığı şeylerden mesul değildir. Ama insanlar yaptıkları şeylerden mesuldür." diyor. "Allah'ın yaptırdığı şeylerden mesuldür." demiyor. "Yaptıkları şeylerden mesuldür." diyor. Kıyamet günü hepimiz amel defterlerimizle hesaba çekileceğiz. Hâkimi, savcısı, davalısı, davacısı ve savcısı olmayan bir mahkeme: Mahkeme-i kübra. Kendi hayat filmlerimizle cezalanacağız veya mükâfatlanacağız. Kendi irademizle yaptığımız herşeyden derecat kazanmış veya kaybetmiş olacağız. Ve bu irade sebebiyle sorumluyuz. İradi yapımızın gerektirdiği davranış biçimleri sebebiyle. "Allah yaptığı şeylerden mesul değildir. Ama onlar, mesuldür." diyor Allahû Tealâ. Kardeşimiz burada "Allah'ın yaptıklarından sual sorulmaz." Kesimini almış sadece Enbiya-23’te. Ama "Onlar, insanlar, yaptıklarından mesuldür." kesimini almamış. Yaptıklarından mesul olan insan, bunu kendi iradesiyle yapmış olmak durumundadır. Sadece kişinin iradesiyle vücuda getirdiği olaylar onu sorumluluk altına sokar. Allahû Tealâ diyor ki: "Kim Bana ulaşmayı dilemezse, o Benim âyetler imden gâfil olandır, o cehenneme gider." Öyleyse Allahû Tealâ ona Allah'a ulaşmayı diletmeyecek ve Allahû Tealâ o kişiyi cehenneme atacak. Böyle bir olay Kur'ân’ın ruhuna ters düşmez mi, sevgili kardeşim Nazım?

"Biz, herşeyi kaderiyle halk ettik."

54/KAMER-49: İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader(kaderin).
Muhakkak ki Biz, herşeyi, bir kaderle (takdir edilmiş olarak) yarattık.


"Biz, herşeyi bir kader ile yarattık." O şeyin kaderi ile değil, kader ile yarattık. "Herşeyin nereye ulaşacağı Bizim tarafımızdan biliniyor." mânâsı çıkıyor buradan. Allahû Tealâ herşeyin sahibidir.

Öyleyse biz insanlarda kader müessesesinin oluşabilmesi için, bizim irademiz dışında ikinci bir iradenin mutlaka devreye girmesi lâzımdır. Evlilik bir kaderdir. Çünkü tek başına bizim irademiz yetmez. Öyleyse ölüm bir kaderdir, Allah takdir ettiği için. Bizim irademiz ölmemize veya hayatta kalmamıza bir hüviyet sağlayamaz.

Kardeşimiz devam ediyor, diyor ki: "Hz. Ali Efendimiz'den naklen Allah Resûl’ünün beyanını aktarmak istiyorum. Hz. Ali (r.a) şöyle anlattı: "Biz bir defasında baki-ul garkat mezarlığında bir cenazede bulunduk. Resûllulah yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Resûllulah’ın beraberinde bir asa vardı. Resûllulah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki asayla yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı. Sonra "Sizden hiçbir kişi ve yaratılmış hiçbir nefis müstesna olmamak üzere muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yerini Allah yazmıştır." diyor.

Bu elbette Allah'ın bilgisi tahtında bir şeydir. Çünkü Allahû Tealâ zamanı sıfırlayabilecek olan sonsuz hızın sahibidir. Bu sebeple zamanın dışındadır. Ve kıyamet günü geçmişten geleceğe doğru uzayan zaman sona erecektir ve aynı gün ta başa kadar geri dönecektir. Bütün insanlar da o süreç içerisinde dirileceklerdir ve mahşer meydanına ulaşacaklardır. Böyle bir olay zamanın sonunda, Allah'ın bütün gezegenlere verdiği kinetik enerjinin bitişinde gerçekleşecektir ve insanlar tekrar hayata geri döndürüleceklerdir. Böyle olunca kader hücrelerinde neleri varsa hepsi belli olacaktır. Kimin cehenneme gireceği, kimin cennete gireceği belli olacaktır biz insanlar için. Ama Allah zamandan münezzeh olduğu için, Allah'a göre herşey bellidir. Zaman geriye dönmüştür, sıfır noktasına ulaşmıştır. Ve kimin cehenneme gideceği bellidir, kimin cennete gideceği bellidir. Mutafifin Suresi 8 ve 18. âyetler bunu söylüyorlar:

83/MUTAFFİFÎN-8: Ve mâ edrâke mâ siccîn(siccînun).
Ve siccînin ne olduğunu sana bildiren nedir?


83/MUTAFFİFÎN-18: Kellâ inne kitâbel ebrâri le fî illiyyîn(illiyyîne).
Hayır, muhakkak ki ebrar olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin, hidayette olanların) kitapları (kayıtları, hayat filmleri) elbette illiyyin’dedir (zemin kattan 7 kat yukarıda olan birinci âlemdeki kader hücrelerindedir).


O zaman insanların cennete veya cehenneme gitmeleri Allahû Tealâ tarafından önceden biliniyor. Şâkî veya said, daha zamandan evvel Allahû Tealâ bunları biliyor. Allah'ın bilmesiyse o insanların, onu yapmasına engel değildir. Onu yapmasını sağlayan Allah'ın onu bilmesi değildir. Kişilerin kendi iradeleridir. Ama o iradelerin sonunda hangi sonuca ulaşacakları Allahû Tealâ tarafından biliniyor.

Sahâbelerden biri şöyle sordu: "Ya Resûllulah öyleyse bizler ameli terk edip bu yazımız üzerine kalalım mı? Madem ki yazımız bu Allahû Tealâ böyle söylemiş." Resûllah buyurmuş ki: "Said olan kimse saadet ehlinin ameline ulaşacaktır. Şâkî olan kimse de şekâvet ehlinin ameline ulaşacaktır. Sizler amel edip çalışın. Çünkü herkese kolaylaştırılmıştır. Said olan saadet ehlinin ameline kolaylaştırılır. Şâkî olan da şekâvet ehlinin ameline kolaylaştırılır." Sonra Resûllulah şu âyetleri okudu: "Bundan sonra kim verirse ve sakınırsa ve o en güzeli de tasdik ederse biz de onu en kolaya hazırlarız."

Ne demek bu? Yani kişinin serbest iradesiyle hareketi onu, aslında âyetlerden okumamız daha uygun olacaktır. Leyl-5:

92/LEYL-5: Fe emmâ men a’tâ vettekâ.
Fakat kim verdi (infâk etti) ve takva sahibi oldu ise.


"Öyleyse kim verirse ve takva sahibi olursa" Bunun mânâsı "Kim ruhunu Allah'a ulaştırırsa." demektir. "Ve takva sahibi olursa." takva sahibi olmak ise Allah'a ulaşmayı dilemekten başlayan bir vetiredir. "Kim Allah'a ulaşmayı dilerse ve verirse ruhunu ölmeden evvel Allah'a ulaştırırsa."

92/LEYL-6: Ve saddeka bil husnâ.
Ve Hüsna’yı (Allah’ın Zat’ını görmeyi) tasdik etti ise.


"Ve Hüsna’yı (Allah'ın Zat’ını) tasdik ederse, Allah'ın Zat’ına ulaşarak."

92/LEYL-7: Fe se nuyessiruhu lil yusrâ.
O zaman Biz ona, (Allah’ın Zat’ını kolayca görmesi) için kolaylık sağlayacağız.


"Biz, ona kolay olanı nasip kılacağız. Yani onun oraya ulaşmasına Biz yardım edeceğiz." diyor Allahû Tealâ.

Zaten burada olay belli değil mi? Allahû Tealâ’nın sadece yardımı var. Kul istiyor, kul ruhunu Allah'a ulaştırıyor. Allahû Tealâ da yardım ediyor. 8. âyet-i kerime:

92/LEYL-8: Ve emmâ men bahıle vestagnâ.
Ve fakat kim cimrilik etti ve kendini müstağni (hiçbir şeye muhtaç olmayan, zengin ve kendi kendine yeterli) gördü ise.


"Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse yani Allah'ın emirlerine itaat etmem derse."

92/LEYL-9: Ve kezzebe bil husnâ.
Ve Hüsna’yı (Allah’ın Zat’ını görmeyi) yalanladı ise.


"Ve Hüsna’yı, Allah'ın Zat’ına ulaşmayı, Allah’ın Zat’ını görmeyi yalan sayarsa."

92/LEYL-10: Fe se nuyessiruhu lil usrâ.
O taktirde Biz, ona zor olanı (kötü akıbete götüren yolu) kolaylaştıracağız.


"Biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını) kolaylaştıracağız. Yani onu azaba uğratacağız." diyor.

Hüsna Allah'ın Zat’ıdır. Allah'ın Zat’ına ulaşmak veya Allah'ın Zat’ını görmek birisi hüsnadır, birisi ziyadesidir. Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 26. âyet-i kerimesinde diyor ki:

10/YÛNUS-26: Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdetun, ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilletun, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Onlar için Ahsenül hüsna (Allah'ın Zat'ına ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek) vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur. İşte onlar, cennet halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır.


"lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdeh(zîyâdetun): Onlara Ahsenül Hüsna var, Allah'ın Zat’ına ulaşmak ve ziyadesi :Allah'ın Zat’ını görmek."

Devam ediyor kardeşimiz: "Mü’minlerin anası Hz. Ayşe (r.a)’a şöyle dedi: "Bir küçük çocuk vefat etti. Ben ne mutlu ona, o cennet serçelerinden bir serçe deyiverdim." Bunu üzerine Resûllulah şöyle buyurdu: "Sen bilmez misin ki Allah cenneti yaratmış, cehennemi de yaratmıştır. Sonra şunun için bir ehil yaratmış, bunun için bir ehil yaratmıştır." Mü’minlerin anası Hz. Ayşe şöyle anlattı: "Resûllulah ensardan küçük bir çocuk cenazesine çağrıldı. Ben saadet sana o cennet serçelerinden bir cennet kuşudur. Kötülük işlemedi, kötülük yapacak bir çağa erişemedi dedim." Resûllulah şöyle dedi: "Şundan başkası mı olacak ya Ayşe, Allah cennet için bir halk yarattı ki, onlar daha babalarının sırtlarında bulunurlarken Allah onları cennet için yaratmıştır."

Buradan Allahû Tealâ’nın muradı, onları cennete girsinler diye yaratmak değildir sevgili kardeşlerim. Onların kendi işledikleri ameller dolayısıyla gidecekleri yerin cennet olduğunu Allahû Tealâ evvelden biliyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de onu söylüyor. "Onları Allah cennet için yaratmıştır." O (Allah) yarattıklarının cennete gireceğini biliyor. Çünkü zamandan münezzehtir. Biz daha doğmadan evvel zaman sonsuza kadar uzamış, kıyamet kopmuş, tekrar geri dönmüş, cennete girenlerin hayat filmleri 7 kat yukarıya çıkarılmış, cehenneme gireceklerin hayat filmleri 7 kat aşağıya indirilmiştir. Allahû Tealâ herkesin cennete veya cehenneme gideceğini baştan itibaren biliyor. Bizim standartlarımıza göre, zaman ölçülerimize göre daha insanları yaratmadan Allahû Tealâ olayların hepsini biliyor. Tabiatıyla yarattığı insanların bir kısmı Allah'ın cennetine bir kısmı da cehenneme girecektir. Bunun işaretini taşıyor âyet-i kerime.

Ve keza Allah ateş için öyle bir ahali yaratmıştır ki, onlar henüz babalarının sırtlarında bulunurlarken, Allah onları ateş için yaratmıştır.

Kardeşimiz diyor ki: "İskender Hocam, başta Sahih-i Müslim  olmak üzere en muteber hadîs külliyatlarından derlediğim beyanlar ışığında şu kanaate varmamız gerekmez mi? Allah, tek varlık oluşu, Allah'ı tek varlık olarak kabul ediyor kardeşimiz. Yani Allah'ta, yarattığı 6 âlem de yani kâinatta ve Allahû Tealâ’nın rahmetiyle ve ilmiyle bütün bu sistemi kaplamasını da, Allahû Tealâ’nın tek varlığı olarak kabul ediyor kardeşimiz.

Sevgili kardeşim, o söylediğin kâinat yokken de Allah vardı. "Kâinatı Biz 6 yevmde yarattık." diyor. Öyleyse nasıl olurda Allahû Tealâ, yarattığı yaratığının Kendisi olduğunu söyler. Allah haliktır, yaratandır. Bütün kâinat Allahû Tealâ tarafından yaratılmıştır. Allahû Tealâ o kâinat var olmadan da vardı. Allah'tan başka hiçbir şey yoktu. Sonra Allah yaratmayı diledi. Yarattıktan sonra da O, arşa istiva etti. Kur'ân-ı Kerim’i arştan indirdi Allahû Tealâ ve orada.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın tek varlık oluşu, hepimizin Allahû Tealâ’nın bir parçası olarak tasavvuru, kâinatin da Allah olarak tasavvuru, yaratıcının gene yaratıcıyı yaratması gibi bir sonuca ulaşır. Olmaz. O Allahû Tealâ’nın yaratıcılık vasfına ters düşer. Allahû Tealâ yaratandır, kâinatsa yaratıktır. Kâinatı Allah saymak Allah'ın Kur'ân açıklamalarına ters düşer.

"Varlık âleminde mutlak irade, kudret ve ilmi tecelli ettiğine göre"  bu aynen geçerlidir. Varlıklar âleminde mutlak irade, kudret ve ilmi tecelli ediyor rahmetiyle ve ilmiyle. Mu’min Suresi 7. âyet-i kerime:

40/MU'MİN-7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke ve kıhim azâbel cahîm(cahîmi).
Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab'lerini hamd ile tesbih ederler ve O'na îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah'tan) mağfiret dilerler: “Rabbimiz, Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve Senin yoluna (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Onları cehennem azabından koru!”


Gerçekten Allahû Tealâ bütün kâinatları kapsamıştır yani 6 âlemi de kaplamıştır. Tecelli ettiği bir vakadır.

Sıfatları yönünden sınırsız bir varlık değil midir? Sınırsızdır ama sıfatları yönünden sınırsızdır, tecellisi yönünden sınırsızdır. Ama Allah kâinatı yaratmadan evvelki Allah'tır. Kendisini yaratmamıştır. Kendisini kâinat olarak vücuda getirmemiştir Allahû Tealâ. Kâinat Allahû Tealâ’nın mahlûkudur. Bu şartlar içerisinde eğer ben sana diyorsan ki, Allahû Tealâ kâinatı yaratmadan evvel de vardı. O zaman Allah neredeydi? Yokluktaydı. Ve kâinatı yarattıktan sonra da Allahû Tealâ vardır. Nerede? Gene orada. Bir mekâna ihtiyacı yoktur. Ama kâinat Allah değildir. Kâinat bir yaratıktır, mahlûktur. Allah sınırsız mıdır? Herşeyiyle, ama Allah'ın vechi söz konusudur. Allahû Tealâ açıkça söylüyor:

13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.


"vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim: Onlar sabırla Allah'ın vechini dileyenlerdir. Allah'ın vechine Zat’ına ulaşmayı dileyenlerdir."

Ruhun ulaşacağı yer Allah'ın Zat’ıdır. Allah'ın Zat’ından üfürülmüştür. Allah'ın Zat’ına mutlaka geri dönecektir. Bütün ruhlar Allah'a tekrar geri döneceklerdir.

"O’na gerçek mânâda cüz isnadında bulunma salâhiyetimiz var mıdır?" diyor kardeşimiz. İsnat kelimesi çok ağır bir ifadedir sevgili kardeşim. Allahû Tealâ’yı gören birisi şimdi seninle konuşuyor. Bizim gibi binlerce insan Allah’ın Zat’ını görmüşlerdir. Allah'ın Zat’ı kâinat değildir. Kâinat Allah'ın bir yaratığıdır.

Öyleyse bir cüz olarak Allah var mıdır? Evet, vardır ve o cüz kâinattan tamamen ayrıdır. O cüz kâinatı yaratan Allah'tır. Allah'ın bir Zat’ı varsa, o Zat’a insanların ruhlarını ulaştırıyorsa, açıkça bir defa daha söyleyelim mi? Allah dilediğini seçer, o seçtiklerinden kim Allah'a yönelirse, Allah onları Kendisine ulaştırır. Ve insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasını Allahû Tealâ farz kılıyor. Bu kâinatın içinde yani sizin tabirinizle Allah'ın içinde yaşayan birisi, Allah'ın Zat’ına ruhunu gönderiyor. Zaten Allahû Tealâ’nın ruhu bizlersek, bütün kâinatsa ruhumuz nereye gidiyor? Allah'ın Zat’ına gidiyor.

Siz O Zat’ı görmediniz diye, ona cüz isnadında bulunmuş mu oluyoruz biz? Allah, Allah olarak vardır. Kâinatı yaratan Allah olarak vardır ve hep aynı Allah, aynı standartlarda kalmıştır. Kendisine bir ilâve varlık yaratmamıştır. Yani kâinatı Allah olarak yaratmamıştır. Kâinat bir mahlûktur. Sevgili kardeşim, aksini iddia edebilir misin? Kâinatın Allah'ın bir devamı olduğunu, Allah'ın bir parçası olduğunu, Allah'ın kendi kendini genişlettiğini mi iddia ediyorsun? Olabilir mi böyle bir saçmalık? Öyleyse Allah'a cüz istinadında bulunmak değil hakikati kabul etmek mecburiyetindeyiz. Allah'ın bir vechi vardır, Zat’ı vardır ve 7 tane gök katını aşmadan Allah'ın Zat’ına ulaşamazsın. Allah oradadır. En çok Allahû Tealâ’dan talep ettiğim şey, Allah'ın bu söylediği standartlarda, Allah'ın yoluna inşallah girmek nasip eder sana da daimî zikirden sonra bir gün kalp gözün açılır, inşallah O’nu görürsün. O zaman söylediklerinin ne kadar tutarsız olduğu neticesine varacaksın. Ama bir takım insanlar gerçekten senin söylediklerini yazıyorlar, ama Kur'ân-ı Kerim’e de tamamen ters düşüyorlar.

Sevgili kardeşim, istersen daha detaylara girelim. Ama neticede kâinat yaratılmadan evvel de Allah'ın var olduğunu kabul etmek mecburiyetinesin. Başka bir alternatifin yok. Şu anda da Allahû Tealâ’nın gene orada, 7 kat göklerin ötesinde, yoklukta bulunduğunu kabul etmek mecburiyetindesin. Çünkü Kendisi "Arşa istiva ettim." diyor.

Ve hacet namazı kılanlar, mürşidlerini gördükten sonra Allah ulaşanlar, irade teslimini gerçekleştirdikten sonra mutlaka Allah'ın Zat’ını görürler. Son sır Allah'ın Zat’ıdır. Allah'ın Zat’ı da, bilmeyenler için hep sır olarak kalmakta devam edecektir.

Allahû Tealâ’nın senin için de aynı şeyleri nasip etmesini ne kadar çok isterdik biliyor musun Nazım evladım? Allahû Tealâ o gök katlarını birer birer sana da gösterseydi. 7. katın 7 âlemini ve nihayet iradeni Allah'a teslim ettiğinde Allah'ın Zat’ını. O zaman sen de O’nun irşada memur ve mezun kıldığı bir kulu olacaktın. İnşallah bir gün Allah'ın yoluna girersin, inşallah bir gün bırak Allahû Tealâ’nın yoluna girmeyi Allah'a ulaşmayı dilersin. Ama evladım, dilemediğin sürece dalâlettesin, küfürdesin, tagutun kulusun, Allah'ın kulu değilsin, tagutun dostusun, Allah'ın dostu değilsin, küfürdesin, gideceğin yer cehennem, hüsrandasın. Bütün bu hakikatleri bir düşün bakalım. Senin o öğrendiğin ilim seni kurtarabiliyor mu yavrum? Kendine yazık ediyorsun. Bence şöyle yapmalısın. Evvela şu Vel Asır Suresi konusundaki 4 saatlik konuşmamızı mutlaka incelemelisin. O Kur'ân’ın bütünüdür. İstersen o zaman ondan sonar bir defa daha beraber oluruz.

Biz, sizlerle beraber olmaktan büyük mutluk duyarız. Sizlerle dediğim, senin gibi olanlarla. Sen bir art niyetin sahibi değilsin. Ve sadece karşı çıkmak için, bizim söylediklerimizi yalanlamak için değilsin. Yazdıklarında bu hedefe yönelik hiçbir sözünü görmedik. Ama Allah'ın ilminden de gerekli nasibi almadığını biliyoruz. Yani bütün o gök katlarını, Allah'ın Zat’ını gören birisi olarak bunu söylüyorum evladım. Kendine yazık ediyorsun.

Nazım Akpınar gibi olan evlatlarım, hepinize sesleniyorum. Kendinize yazık ediyorsunuz. Bu öğrendiği ilimle Nazım nasıl hiçbir yere ulaşamazsa, Allah'a ulaşmayı dilemedikçe, hiçbiriniz hiçbir yere ulaşamazsınız ve öğrendiğiniz ilim size hiçbir şey sağlamaz.

Sevgili kardeşlerim, evlatlarım, can dostlarım, ömrünüz boyunca hep dalâlette kalırsınız ve cehenneme gidersiniz. Arkasında da Allahû Tealâ sizi cehenneme götürmek istediği için değil, siz kendinizi cehenneme mahkûm ettiğiniz için cehenneme gidersiniz. Allahû Tealâ mı? O sizin neticede nereye varacağınızı A’dan Z’ye kadar bilir. Geçmişi de geleceği de. Çünkü o zamandan münezzehtir. Mekândan da münezzehtir. Zamanı sıfırlayabilen sonsuz hız sadece Allah'a aittir. Bu yüzden mekândan münezzeh, bu yüzden zamandan da münezzehtir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir sualler ve cevaplar faslında bizleri Nur TV’den izleyip de dışarıdan sual soranlara verilecek cevapların bir tanesini burada inşallah tamamlıyoruz. Bize bu tarzda ssamimiyetle sual soran herkese inşallah cevaplarımızı ulaştırırız. Kurtuluş reçetesini de inşallah beraber veririz. Vel Asır Suresi 4 saatliktir. İlk 7 basamak, ikinci 7 basamak, üçüncü 7 basamak ve dördüncü 7 basamaktır.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah'ın huzurunda hepinizi O’nun hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşallah burada tamamlıyoruz.

Benzer konular