İbrâhîm-4, İsrâ-15 ve Tâhâ-134’e göre her zaman parçasında, her kavimde resûl olduğunu söyleyebilir miyiz?

Anasayfa » Ana Sayfa » Hidayet » İbrâhîm-4, İsrâ-15 ve Tâhâ-134’e göre her zaman parçasında, her kavimde resûl olduğunu söyleyebilir miyiz?
share on facebook  tweet  share on google  print  

İbrâhîm-4, İsrâ-15 ve Tâhâ-134’e göre her zaman parçasında, her kavimde resûl olduğunu söyleyebilir miyiz?

İbrâhîm-4:

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


“ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni li yubeyyine lehum: Bizim, kavminin lisanıyla, onlara kendi lisanlarıyla beyan etsin diye hiçbir kavim yoktur ki biz onlara resûl göndermiş olmayalım.” diyor Allahû Tealâ.

“Hiçbir resûlümüz yoktur ki Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım.”

Bütün kavimlerde o kavmin lisanıyla konuşan bir resûlün mutlaka bulunduğunu söylüyor Allahû Tealâ.

fe yudillullâhu men yeşâu: Allah dilediğini dalâlette bırakır.
ve yehdî men yeşâu: Ve dilediğini de hidayete erdirir.
ve huvel azîzul hakîm: O; Azîzdir, hakimdir.

Bu âyet-i kerime her kavimde mutlaka onların kendi lisanıyla konuşan bir resûlün mevcut olduğunu ifade ediyor. Ve “Allah dilediğini hidayete erdirir.” ifadesinde, hidayete ermek mutlaka resûle tâbiiyetten geçtiği cihetle aklı başında olanların tâbiiyetlerini gerçekleştireceklerine dair ifade söz konusu. Ama her zaman parçasında, her kavimde resûl olduğunu söyleyebilir miyiz sualinin karşılığı; evet, İbrâhîm-4; her zaman parçasında, her kavimde o kavmin lisanıyla konuşan bir resûlün varlığını ifade ediyor.

İsrâ-15:

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.


menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih: Kim hidayete erdiyse, kendi nefsi için hidayete erer.
ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ: Kim de dalâletteyse onun dalâleti kendisinin aleyhinedir. O, sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır.
ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ: Kimse (yük taşıyan yani günah yüklenen bir kimse) bir başkasının günahını, yükünü yüklenmez.
ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ: Biz, bir resûl beas etmedikçe, o kavmin içinden bir resûl vazifeli kılmadıkça azab edici olmadık.

“Azap etmeyiz.” diyor Allahû Tealâ. “kunnâ” kelimesi geçtiği için “olmadık” mânâsı çıkıyor. Allahû Tealâ herhangi bir kavimde hidayete erenlerin, o resûle veya o resûlün vekillerine tâbî olarak hidayete erdiğini söylüyor. Kimsenin kimsenin günahını yüklenmeyeceğini de ifade ediyor. Herkes kendi günahlarından sorumlu. Ama kim mürşidine ulaşıp da tâbiiyetini gerçekleştirirse onun bütün günahları sevaba çevrilir. Öyleyse kişinin resûle tâbî olması, resûlün onun günahlarını yüklenmesi mânâsına gelmez ama o kişinin günahlarının sadece affedilmekle kalmayıp sevaba çevrileceği de kesin. Allahû Tealâ açık bir şekilde söylüyor bu hususu. Ne diyor Furkân-70’de? Evvelâ Furkân-69’da cehenneme gideceklerden bahsediyor Allahû Tealâ. Sonra diyor ki:

25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).


“Ama kim tövbe eder de Allah’ın yoluna girerse, mü’min olursa ve nefs tezkiyesine başlarsa Allah, onların seyyiatini hasenata çevirir.”

Öyleyse burada “Bir resûl göndermedikçe azab edici olmayız.” ifadesi, her kavmin içinde bulunanların büyük kısmı mutlaka cehenneme gideceği cihetle orada mutlaka her devirde resûlün bulunması mânâsına geliyor.

Tâhâ-134:

20/TÂHÂ-134: Ve lev ennâ ehleknâhum bi azâbin min kablihî le kâlû rabbenâ lev lâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike min kabli en nezille ve nahzâ.
Ondan önce gerçekten Biz onları, azapla helâk etmiş olsaydık, muhakkak şöyle derlerdi: “Rabbimiz, bize resûl gönderseydin olmaz mıydı? Böylece biz de zelil (rezil) ve rüsva olmadan önce senin âyetlerine tâbî olsaydık.”


ve lev ennâ ehleknâhum bi azâbin min kablihî: Ondan önce gerçekten Biz onları, azapla helâk etmiş olsaydık.
le kâlû rabbenâ lev lâ erselte ileynâ resûlen: Mutlaka derlerdi ki: Rabbimiz, bize bir resûl gönderseydin olmaz mıydı?
fe nettebia âyâtike: Böylece biz senin âyetlerine tâbî olurduk.
min kalbi: Ondan evvel.
en nezille ve nahzâ: Zelil ve rüsfa olmadan önce Senin âyetlerine ve resûlüne tâbî olsaydık.

Olay açık ve kesin olarak görünüyor ki insanlar, o resûle tâbî olmamanın hüznünü hep ölümden sonra yaşıyorlar. Doğrular, hakikatler o zaman çıkıyor ortaya ve insan olarak sadece dünyaya bağlı kalmamanın, inanç esaslarına riayet etmenin gereğini insanlar böylece anlamış oluyorlar.

Benzer konular