Şûra-10’u açıklar mısınız? Allah’a yönelmek ile tevekkül arasında bir ilişki var mıdır? Zuhrûf-21, 22, 23, 24’ü açıklar mısınız?

Anasayfa » Ana Sayfa » Hidayet » Şûra-10’u açıklar mısınız? Allah’a yönelmek ile tevekkül arasında bir ilişki var mıdır? Zuhrûf-21, 22, 23, 24’ü açıklar mısınız?
share on facebook  tweet  share on google  print  

Şûra-10’u açıklar mısınız? Allah’a yönelmek ile tevekkül arasında bir ilişki var mıdır? Zuhrûf-21, 22, 23, 24’ü açıklar mısınız?

Şûrâ-10:

42/ŞÛRÂ-10: Ve mâhteleftum fîhi min şey’in fe hukmuhû ilâllâhi, zâlikumullâhu rabbî aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb(unîbu).
Birşey hakkında ihtilâfa düşerseniz, artık onun hükmü Allah’a aittir. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O’na tevekkül ettim. Ve O’na yönelirim.


ve mahteleftum fîhi min şey’in: Ve hakkında ihtilafa düştüğünüz bir şey.
fe hukmuhû ilallâh: Artık onun hükmü Allah’ındır.
zâlikumullâhu rabbî: İşte Rabbim olan Allah.
(zâlikumullâhu: İşte bu Allah’tır ki, rabbî: Benim Rabbimdir.)
aleyhi tevekkeltu: Ben O’na tevekkül ettim.
ve ileyhi unîb: Ve O’na yönelirim; O’na ulaşmayı dilerim.

Öyleyse tevekkül müessesesine dikkat edin; Allah’ı vekil etmek. Neye vekil etmek? Allah’a ulaşmayı dilediğiniz noktada Allah’ı vekil ettiniz. Allah’a ulaşma hedefinize Allah’ı vekil ettiniz. Allahû Tealâ vekâleti alır almaz sizin cüz’î iradenizi ilâhi iradesiyle kontrolü altına alır. Ve sizin Allah’a ulaşmanıza engel olmaya çalışan iblis, Allahû Tealâ tarafından korunma altına alındığınız için size artık hiçbir şey yapamaz. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz anda iblis; şeytan, insan ve cin şeytanlar yani tagut, size hiçbir şey yapamazlar. Allahû Tealâ sizi mutlaka namazı, orucu, zekâtı ve özellikle zikri seven birisi haline getirir. Mutlaka mürşidinize ulaştırır. Mürşid sevgisini de size veren Allah’tır. Ve neticede de mutlaka Allah’a ulaştırır.

Öyleyse tevekkülle Allah’a ulaşmayı dilemek yani Allah’a yönelmek arasında kesin bir ilişki vardır. Allah’a yönelen, tevekkülün 1. kademesindedir. Allah’a ulaşmayı dileyenler sadece Allah’ı vekil tayin ederler. Çünkü Allahû Tealâ bu konuda hazır. “Kim Bana ulaşmayı dilerse Bana tevekkül etmiştir. Ben onun vekiliyim. Vekili olarak onu kontrolüm altına alırım.” diyor. Yani irade, cüz’î iradeyi örter. Cüz’î irade, Allah’ın ilâhi iradesinin koruması altına girer, kanatları altına sığınır. Şeytan dışarıdan hiçbir şekilde o kişiye tesir edip de onu namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, zekât vermekten, zikretmekten, Allah’ın ibadetini yapmaktan ve özellikle Allah’ı sevmekten hiçbir şekilde men edemez. Allah’ın ilâhi iradesi buna kesinlikle engeldir. Çünkü Allah’ın sözü var: Kim Allah’a yönelirse; Allah’a ulaşmayı dilerse dilediği andan itibaren Allah’ı vekil tayin etmiştir. Ve en kuvvetli odur. Neden? O kendini korumaz; Allahû Tealâ tarafından korunur; şeytandan korunur. Taguttan, insan ve cin şeytanlardan korunur. Allah’a yönelen, Allah’a tevekkül etmiştir. Bu, tevekkülün başlangıç noktasıdır.

Zuhrûf-21, 22, 23, 24’ü açıklar mısınız?

Demek ki birincisinde Allah’a yönelmek, tevekkülün başlangıç noktasıdır. Ve kişi artık şeytana kul olmaktan orada kurtuluyor. Taguta kul olmaktan orada kurtuluyor, Allah’a orada kul oluyor.

Zumer-17:

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ibâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


“Onlar taguta kul olmaktan kurtuldular; içtinap ettiler, kaçındılar. Kendilerini kurtardılar.” Neden? “Çünkü onlar Allah’a yöneldiler, Allah’a ulaşmayı dilediler. Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” diyor Allahû Tealâ.

Tagutun kuluyken Allah’a yönelerek, Allah’a ulaşmayı dileyerek Allah’ın kulu olmak. Ve ilk tevekkül burada başlıyor. Nasıl bir tevekkül? Çok açık bir tevekkül. Tagut, onlara (sahâbeye) o güne kadar tesir ederken Allah’a ulaşmayı diledikleri andan itibaren artık tesir edemiyor. Artık onları negatif etkisiyle etkileyemiyor. Taguttan kurtulmuş oluyorlar. Çünkü Allah’ın kumandası altına girdiler. Allah’ın ilâhi iradesi onları sarmaladı, kontrolü altına aldı.

Zuhrûf-21, 22, 23, 24’e geliyoruz. Zuhrûf-21:

43/ZUHRÛF-21: Em âteynâhum kitâben min kablihî fe hum bihî mustemsikûn(mustemsikûne).
Yoksa ondan önce, onlara kitap verdik de böylece onlar, ona (o kitaba) mı sarıldılar?


“Yoksa Biz, bundan önce kendilerine bir kitap verdik de şimdi ona mı tutunuyorlar, ona mı sarılıyorlar?”

“istemseke”yi tanıyorsunuz; “istemse” kelimesiyle “mustemsikûn” aynı kökten gelen kelimeler.
 
Allahû Tealâ Bakara-256’da diyor ki:

2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. irşad yolu (hidayet yolu, Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.


fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ:  Allah’tan kopması mümkün olmayan bir kulba yapışırlardı.

Burada da gene “mustemsikûn.” diyor.

“Ondan önce kendilerine bir kitap verdik de şimdi ona mı sarılıyorlar?” diyor Allahû Tealâ.

Zuhrûf-22:

43/ZUHRÛF-22: Bel kâlû innâ vecednâ âbâenâ alâ ummetin ve innâ alâ âsârihim muhtedûn(muhtedûne).
Hayır, (onlar) dediler ki: “Gerçekten biz, babalarımızı bir ümmet (dîn) üzerinde bulduk. Ve muhakkak ki biz, onların izi üzerinde hidayete erenleriz.”


“Hayır, dediler ki: Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk (bir dîn üzerinde bulduk). Ve doğrusu biz onların izleri üstünde doğru olana yönelmişiz.”

Atalarının izleri hidayetle hiç alâkası olmayan bir yol. Ve ona yönelmişler. Tıpkı bugünkü dîn öğretisi gibi sevgili kardeşlerim. Tıpkı bugünkü dîn öğretisi. Bütün insanları Allah’ın yolundan men etmiş olan bir dîn öğretisi sadece bizim ülkemizde değil, bütün dünyada İslâm’a hâkim olmuş. Ötekiler zaten ondan evvel yolu kaybetmişler. “Atalarımızı bir davranış biçimi içinde bulduk; bir dîn üzere bulduk. Öyle bir ümmet bulduk ki onların izleri üzerindeyiz biz de. Ve biz hidayet üzere olanlarız.” diyorlar. İşte bizim sevgili dîn adamlarımız da hidayetin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunu söyleyenler de bilmiyorlar. Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.

Allah’a ulaşmayı falan bilmeyen atalarının vücuda getirdiği ümmet tipini, hidayet üzere olanların ümmeti olarak telâkki ediyorlar.

Zuhrûf-23:

43/ZUHRÛF-23: Ve kezâlike mâ erselnâ min kablike fî karyetin min nezîrin illâ kâle mutrafûhâ innâ vecednâ âbâenâ alâ ummetin ve innâ alâ âsârihim muktedûn(muktedûne).
Ve tıpkı bunun gibi, senden önce bir ülkeye bir nezir göndermiş olmadık ki, onun (o ülkenin) refah içinde olanları: “Muhakkak ki biz, babalarımızı bir ümmet (dîn) üzerinde bulduk. Ve mutlaka biz, onların izlerine tâbî olanlarız.” dememiş olsunlar.


“İşte bunu gibi senden önce de bir karyeye bir nezir göndermiş olmayalım.” diyor.

Karye; kasaba, köy, küçük topluluklar veya daha büyük toplulukları da içeriyor.

Ve onun refah içinde olanları demişlerdir ki:“innâ vecednâ âbâenâ: Biz atalarımızı bulduk.
alâ ummetin: Bir ümmet üzerinde bulduk, dîn üzerinde bulduk (bir dîni tatbik eden bir ümmet olarak bulduk. Bir dîn, bir ümmet üzerinde bulduk).”
ve innâ alâ âsârihim muktedûn: Ve biz onların izlerine, eserlerine iktida etmiş, uymuş kişileriz. Tâbî olmuş kişileriz.”
(muktedûn: İktida eden, tâbî olan.)

Ne kadar açık sevgili kardeşlerim. Kur’ân-ı Kerim’i unutup insanların yazdığı kitaplara tâbî olanlar, iblisin en büyük tuzağıyla karşı karşıya olmuşlar. İblis, bütün insanları bir korkunç tuzağa düşürmüş. Allah’a ulaşmayı dilemeyi unutturmuş. Ve unutunca insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemek yoksa elbette Allah’a ulaşmayı dilemek yok. İnsanlar küfürde, insanlar dalâlette, insanlar hüsranda, gidecekleri yer cehennem. Böyle bir standart bugün de dünyamızı sarmış durumda. Ve görünüyor ki hep atalar, onların ataları böyle söylüyor.

Zuhrûf-24:

43/ZUHRÛF-24: Kâle e ve lev ci’tukum bi ehdâ mimmâ vecedtum aleyhi âbâekum, kâlû innâ bi mâ ursıltum bihî kâfirûn(kâfirûne).
(Nezirlerin hepsi): “Size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden (dînden) daha çok hidayete erdirecek olanı getirmiş olsam da mı?” dediler. (Onlar da): “Muhakkak ki biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz.” dediler.


Bir evvelki âyet-i kerime, Zuhrûf-23’de kendilerine gelen Allah’ın nezirinden söz ediliyor ki bu, nezir resûldür. Kur’ân’daki nezir işaretinden öyle olduğunu görüyoruz. Buradaki karye tabiri geniş toplumları da içeriyor yani Allahû Tealâ, “Her topluluğa mutlaka resûl göndeririz.” demiş oluyor.

Ama hangi kavme resûl göndermişse onun refah içindeki toplumu yani melei, ileri gelenleri, “Biz atalarımızı bir dîn üzerinde bulduk. Ve doğrusu biz onların izlerine (eserlerine) uyanlarız, derler.”

âsârihim: Onların eserlerine, izlerine uyanlarız.

Yani ataları Allah’ın yolunda değiller. Bunlar da değiller. Çünkü resûl onlara ne diyor? “Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz.” diyor. Allahû Tealâ nezir de gönderse resûl de gönderse, nebî de gönderse görev aynı; âmenû olanları müjdelemek, diğerlerini uyarmak. Âmenû olanların müjdelenmesi, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin müjdelenmesi. Diğerlerini de âmenû olmaya davet ederek uyarmak. Resûl onu yapıyor. Onlar da diyorlar ki: “Biz babalarımızı, öyle Allah’a ulaşmayı falan dileyen, Allah’a ulaşan insanlar olarak tanımadık. Onların bize bıraktığı dîn neyse biz onları tatbik ederiz.” Bunu, dîn konusunda kültür almamış insanların söylemesi normal bir şey; şehrin ileri gelenleri, azanları, azmış olanları. Ama bugün dîn adamlarının çok büyük bir kısmı aynı büyük yanlışın içerisinde. “Biz, bize dîn öğretenleri yani biz kendi hocalarımızı, onların da hocalarını bunun üzerinde bulduk.” diyorlar, “Bu dîn öğretiminde Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir şey yok. Ruhun Allah’a ulaşması diye bir şey yok. Mürşide tâbiiyet diye bir şey yok. Fizik vücudun, nefsin, iradenin Allah’a teslimi diye bir şey yok. Bu dîn öğretiminde zikir yok.” Böyle diyor adamlar. Haklılar mı? Haklılar idi. Haklı idiler; Allahû Tealâ bize bunları öğretip de biz onlara bunları söylemeye başlamadan evvel. Ama artık haklı değiller sevgili kardeşlerim. Artık üzerlerinde ağır bir vebal var.

Zuhrûf-24’de diyor ki:

kâle e ve lev ci’tukum bi ehdâ mimmâ vecedtum aleyhi âbâekum: Dediler ki (o nezir; resûl onlara dedi ki): Eğer ben size, hidayete erdirecek olan bir şeyi getirmişsem (şeylerden hidayete erdirecek olanını getirmişsem) ve bu atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha ötede, daha doğru; sizi, atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha ötede sizi hidayete erdirecek bir şeyse.
kâlû: Dediler ki.
innâ bi mâ ursıltum bihî kâfirûn: Dolayısıyla biz kendisiyle gönderildiğiniz şeye kâfir olanlarız, inanmayanlarız. Kendisiyle gönderildiğin şeye, şeyi inkâr edenleriz.

Zamanımızın kavgası sevgili kardeşlerim; bütün devirlerde resûllerle o devrin meleisi arasında yani ileri gelenleri arasında. Allahû Tealâ onların adına “sâdatlar”’ diyor. Ahzâb Suresinin 67 ve 68. âyetlerinde buyuruyor ki:

33/AHZÂB-67: Ve kâlû rabbenâ innâ ata’nâ sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnâs sebîl(sebîlâ).
Ve cehennemde olanlar derler ki: “Yarabbi, muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı Mustakîmi’nden) saptırdılar.”

33/AHZÂB-68: Rabbenâ âtihim dı’feyni minel azâbi vel’anhum la’nen kebîrâ( kebîran).
“Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.”


Cehenneme gidenler diyorlar bunu: “Yarabbi, biz devrimizin sâdatlarına ve küberasına itaat ettik. Bu yüzden cehennemdeyiz. Yarabbi, onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânetle lânetle.”

İşte burada da o melei (ileri gelenler, azanlar) söz konusu.

Öyleyse bütün devirlerde hep aynı şey oluyor. İnsanlar atalarını yani öğretim üyeleri, onlara bu öğretiyi verenleri söylüyor, onların izi üzerindeyiz diye biz. Onlar da kitaplar yazmışlar. Kur’ân-ı Kerim’i bir tarafa bırakmışlar, dîni kitaplardan öğrenmişler hepsi. Ve Kur’ân’ın temel fonksiyonları bütünüyle budanmış. “Onların izleri, eserleri üstünde doğru olana yönelmiş durumdayız.” diyorlar. Yani “Onların bize bıraktıkları iş, hidayet odur.” diyorlar. Bugünkü öğretim üyelerinin tam söylediği şey. Hidayet nedir diyoruz, “Doğru yoldur.” diyorlar. “Doğru olana.”diyor Onlar da “Biz doğru olana yönelmiş kimseleriz.” diyorlar. Ama Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar.

Benzer konular